TAM SAHA PRESS, YIKILMAZ BLOKSS...

24 Nisan 2025 Perşembe

YİNE YER SARSILDI, ZATEN YER GÖK BETON…

 

YİNE YER SARSILDI, ZATEN YER GÖK BETON…

 

 

Yine yer sarsıldı, Silivri açık denizinde altı nokta iki. Eyvah ki eyvah, zaten yer gök çürük beton…

 

Yirmi küsur yıldır kurulu köylerin, göçebe kasabaların ve kurgu kentlerin depreme karşı güçlendirildiği ve modernize edildiği izlenimi verilse de gerçekte öyle değil. Kıyı köşe, tepeden en dibe çürük yapı stoğu. Acı gerçek bu. Dün bir kez daha kanıtlandı. Altı nokta ikiye binalar dayandı belki ama binalarına güvenmeyen insanlar dayanamadı. Çoluk çocuk selametleri için sokağa döküldü. Onca debdebe bir depremle yine çöküverdi. Çünkü Deniz bitti, yer gök, çürük beton…

 

Yıllar yılı umudunu ve geleceğini betona bağlamış iktidarın, huzurlu ve güvenlikli olarak belirttiği beton yapı stoğu on yedi saniyede çözülüverdi. Devasa yatırımlarla övünmeler şapa oturdu. Bu kez bu yer sarsıntısı tek elden öğütülmeye çare, kaynakların kuru gürültüye gitmesine mâni gibi. Göz görmese de olacağı bilinen facia Silivri’de sivrildi. Şimdi depreme sağırlık hangi ambalaja sığar zaman gösterecek. Deprem, batmış ve sürdürülemez ekonomi gerçeğiyle yüzleşme aslında. Su yüzüne çıkan acılar devasa. Allahtan büyük İstanbul depremi teğet geçti. Aksi halde durum feci, durum belli yani durum yok.

 

Yıllardır olası deprem afatına yedek akçe olsun diye toplanan meblağ, muğlak politik programlara sarf edildi. Toplanan para israf edildi. Kırık tekerleği döndürmek için kullanıldığı iddiası çok. Bu sav asla baştan savma izahlarla geçiştirilemez. Elmayla armudu toplamak olmaz. Karşı iddialar salt koltuk kurtarma çabasına dönük gözdağı vermelerle çürütülemez. O kinaye tavır da beton gibi çürük. Vadi sulak, dere yatak, çepeçevre fay hattı, umursamadan tak tok dik gökdelenleri, sonra yakın dur. Bu da olmaz. Buradan bakan olup vakaya bakamayanlara duyurulur, yahu yer gök çürük beton…

 

Bu acı gerçeği izanlısı da fizanlısı da biliyor ayrıca. Sağır sultan bile duydu. Tablo tescilli, vaka vahim. Harita kıpkırmızı. Aldıran yok. Elbet kâinatın kurulumundan beri dünya sallantıda. Özellikle Anadolu. Medeniyet kalıntılarına bakıldığında anlaşılır, uygarlık üzerine uygarlık. Ancak aynı akıl tutulması, aykırı ruhsal reaksiyon, dinsel inanç sapması ve bilim düşmanlığı yaşanıyor. Göz göre göre büyük facia kucağına. Üstelik iyilik hep kendinden, kötülük başkalarından menkul hesapsızlığıyla. Bugünden tezi yok iç-dış hesaplaşma şart. Ayıklanmalara abartılı hurafe tuzağı, ayaklanmalar kelebek etkisi. Akla zarar, aziz deprem deneyimlerinin yaşamı vurması. Travmayı teolojik armağan babında içselleştirme gayretleri. Sağır sultan temennisi. Oysa mevzu gayet açık, ucuz politika neticesi betona çağ atlatma çabası. Tek bir eleman azizleştirilmesi neticesinde, yer gök çürük beton…

 

İşte bu beton seviciliği, fay hatları ile kuşatılmış bu coğrafyada kıyıma ve korkuya çok zemin hazırlar. Bu kez facia yandan geçti. Kaçınılmaz realite bariz, diklerse düzler. Deprem konisi gittikçe genişliyorken, eğer kapsamlı devlet politikası geliştirilmezse, beter haller kapıda bekler. Maddi manevi kayıplarla karşılaşmalar sıradanlaşır. Acı hanede biter. Bu yer gök beton aşkı ve betonla milli tarih yazma hevesi yüzünden yarın her şey yerle bir olur. Tüm kazanımlar muhtemel zelzeleyle çamur çorağa belenir. Sistem maddi bağlantılar ve ucuz illiyet bağlarıyla şekillendirildikçe bu depremden de ders çıkarılamaz. Üç beş gün konuşulur geçer. Ancak işin sonu makro düzeyde bir yıkıma neden olacak yer sarsıntısına varır. İnanmak ve kabullenmek zor ama milyonlar moloz yığınlarının altında kalır. Nefessiz kalır. Bu sefer yeter gider diyecek vakit bile bulunamaz. Herkes kaybeder. Kazananı olmayan felakete yol açar deprem duyarsızlığı.

 

Yer gök, dünün sarıklısı çürük beton tapıcıları yüzünden, dünün çarıklısı beton keyfekederleri yüzünden moloz yığını olmaya aday. Silivri uyarısı gösterdi ki işler öyle hapisle, kaprisle düzelmez. Yirmi milyonluk koca kentte enkaza dönük hava esmekte. Dünya coğrafyasının, en güzel bölgesi muğlak ama mutlak idari model yüzünden on yıllardır gelecek kaygısı içinde. Kentin inşası, tak tok hallediliyor yetmez denilip araya kanal patlatılıyor. Akçalı işler bilim yerine hikmet hükümdarlığıyla tekelden bitiriliyor. Ancak bir deprem vuruyor, acı gerçekler ortaya dökülüyor.

 

Kof debdebe, artçı depremlerle bile yıkılacak konforda. Büyük İstanbul vursa köyler, kasabalar, kentler yerle bir. Altı nokta ikinin ki daha fazla da olabilir, İzmir’den bile hissedildiği ortada. Elbette deprem hangi ölçekte olursa olsun büyük felaket, kısmen kıyamet ve bir an meselesi. Saniyede çürük beton uygarlığını toprağa gömer…

 

İşte onun için aşırı özen gerek acil önlem gerek. Hâkim güç doğrultusunda ahkam kesen hocalara güvenmemek gerek. Kentte ve kentlerde yenilenme gerek yerinde dönüşüm veya kentsel dönüşüm gerek. Ama önce rant depremine uğratmadan projeler gerek. Yoksa yer gök zaten çürük beton. Kırıcı bir deprem vurduğunda, ortalık moloz yığını ve enkaza dönerliği acı gerçek. Maharet değil mevta torbası hazırlığı. Deprem bu öncesinde sonrasında dualar da yetmez.

 

Yer gök, çürük beton duyarsızlığına bilim gerek…

3 Nisan 2025 Perşembe

POLİSLERİN GÖLGESİNDE FUTBOL REZİLLİĞİ

 

POLİSLERİN GÖLGESİNDE FUTBOL REZİLLİĞİ

 

 

On yıllardır her alanda olduğu gibi ayaktopu oyunu da ayağa düştü. İşbirliğiyle düşürüldü. Ve ne hikmetse, futbolda binde bir görülecek olumsuzlukların her ay başına rast getirilmesi yüzünden, bütün dertleri bir kenara bırakıp salt futbol konuşuluyor. Yani millet, her ayın ilk haftası futbolla yatıyor ve kalkıyor. Bile bile bir kez daha, bir kez daha ‘ÜçF’ ile aldatılıyor. Demek ki artık polislerin gölgesinde futbol günleri yaşanacak. Bu arada ‘Futbolun Gölgesinde Fenerbahche’ kitabı tamamlandı ama bu mendebur gidişat devam ettikçe yayımlanmayacak…

 

En yalımlı futbol dünyası için bile sıradan bir maç. Dünyanın her tarafında çıkıp oynanacak ve bitecek, futbol tabiriyle derbi. Hatta profili düşük bir kupa derbisi. Ancak demokrasinin işlediği yerlerde böyle, despotik iş bilirliğin yerleştiği yerlerde ise durum facia. Hani denir ya felaket göz göre göre gelir, sloganı ise ‘göze göz dişe diş intikam’ olur. Aslında fırdöndü federasyon, futbolu tümden yabancı hakemlere emanet etmese de bu maç için ayrıcalık düşünse, bu maçta futbol tarlası kızarmayacak, elli bin taraftara neredeyse ‘birebir’ otuz kırk bin polise hiç gerek kalmayacaktı. Yani bir futbol resitali yaşanabilirdi. Elbette hakem hataları olurdu ama kimseyi üzmeyecek denli hak ve adalet çerçevesinde sonuçlanabilirdi. Ama yok. Üstelik yurtta yaşananların sahaya yansıyacağı endişesi nirvana yapmış durumdayken. Ayrıca korunan ve kollanan fetö ile iltisaklı olduğu şüphesini hala üstlerinden atamamışların kazanmasına dönük manevralar kurgulandığı da barizken. Sanki polislerin gölgesinde futbol arzulanıyor gelecekte. Malum iktidarın ve muktedirin canını sıkacağı düşünülen şeyler söylediği düşünülen taraftar koristlere kolluk baskısı da cabası. Maç esnasında göze batanları tribünden alma girişimleri gözlerden kaçırılamıyor. İşte renktaş ahmaklığıyla tüm bunları görmezden gelen, aciz kırkayaklar yüzünden ayaktopu ayağa düştü. Düşürüldü. Düşürülüyor…

 

Malum iktidarın ileride kendini asla masum gösteremeyeceği faşizanlıkla, kaotik süreci ivmelendiren siyasal rotanın tıpatıp yansıyacağı bir maç olacağı baştan belliydi. Zaten yana yakıla yandaşlık güden, futbol sektörünün silüeti de buna hazır. Bu atmosferde on yıllardır değişim, dönüşüm ve eşit yarışma ısrarını dillendiren bir takımın bilinçli taraftarları, takımlarının yine hedefe konarak bertaraf edilmesi kumpası nasıl işleyecek diye maçta.  Büyük sermayeye haddini bildirme gününde, elli milyon boykotu delmek pahasına ekran başında. Üstelik futbola gizliden bulaştırılan yılışık siyaset temsilcilerinin ve oluşturulan girift yapının ayaktopu üzerinden muhalifleri sindirme girişimi olduğunu bilerek. Bir umut, son bir umut diyerek.  Muktedirler ve mutlak kitleleri ise futbol üzerinden birbirine girsinler biz aradan sıyrılalım derdinde. Rakibe roller çoktan dağıtılmış. Öyle veya böyle mağlup et ve sürekli mağduru oyna. Hatta çirkeflik düzeyinde en üst perdeden tahrik et. Yat, kalk, yat oynar görün oynatma. Korkmadan. Hâkimi belli hakem müsveddeleri de yanında. Bu işlere bakamayan bakan da gelmiş bakıyor nasılsa. Ve düğmeye basıldı. Kendilerinin neden olduğu enkazın altında kalması istenen, bir türlü yıkamadıkları büyük kulüp Fenerbahche. Dünya kulübü. İşin ilginç yanı, sportif akımları peşinden sürükleyen futbol dışında diğer spor dallarında Dünya markası. Lideri ve şampiyonu. Futbol her sene fiyasko. Neden? Bunu düşünen yok…

 

Evet, Fenerbahche ezeli rakibine karşı iyi oynayamamış olabilir. Maçın ilk devresi sahasına mahkûm mücadele ettiği de aşikâr. Ama yok yetmez. Bu kadar da olmaz denecek düşmanca bir senaryo bir yerlerde yazılmış yine. Dünya spor kamuoyunda farkındalık yaratılması gereken tuhaf bir senaryo hem de. Çünkü realite açık, Fenerbahche denilen takımın ölüsü yeter pentagonvari kumpasları tersine çevirmeye. Yakın tarih şahit. Cumhuriyete kasteden malum terör örgütüne karşı mücadelesi, ülke kurtaran tavrı ortada. Sanki Fenerbahche düşmanlığı oradan besleniyor. O zaman ne olacak, şöyle; hakem zilleti tercihleri plana göre yapacak. En küçük fırsatı kaçırmayacak. Bir punduna getirilip düdükler eşit çalınmayacak. Rakibe penaltı yaratılacak, Fenerbahche’nin verilebilir penaltıları es geçilecek. Mülayim kisve altında, astığım astık, kestiğim kestik, esip gürlenecek. Sahada sportif direnç adına olası tüm kanallar tıkanacak. Hatta her şeye karşın sportif saygı çerçevesinde giden maça son dakikalara doğru skortif travma zemini yaratılacak. Saha içinde ve benchte kameralara dolan it dalaşları tezgahlanacak. O ana kadar nerede oldukları ve durdukları bilinmeyen robocop çevik kuvvetler anında sahaya dalacak. Belki Fenerbahche uzatmalarda can havliyle skoru değiştirebilir, maç plan dışına kayar diye anında provakasyon ve skortif kaos hayata geçirilecek. Şimdi sıra ligde deyip, böylece on yıllardır hak hukuk adalet isteyen takımın tamamen çimlere gömülmesi sağlanacak. Kanarya sarısı Anka kuşuna son olmayacak bir darbe girişimi daha...

 

Bu arada ayaktopu tiyatrosunun figüranları, filmin iktidar yardakçıları bununla yetinmeyecek elbette. Top yuvarlak, olur da işler tersine döner, tepeden inmeci mantıkla derinleşen buhran futbolun zirvesini ligde sarar kaygısıyla yeni kavgalara zemin hazırlayacak. Eğer meğer telaşıyla rol çalacak. Resmen barışçıl tavrı baştan ayağa zedeleyen, taklitçi yönetsel mekanizma cesaretiyle cürümü kadar ateş yakma yamaklığı güncellenecek. En küçük haksızlık sinyalinde, zıp zıp zıplama zıpırlığı cüce cüssesini gösterecek. Görüntülerle sabit, Adam kaybetmiş, operasyon çocukları oldukları malum maçın triosu ile biten maçın bityeniği hallerini konuşuyor veya tebrik ediyor, kim bilir?  Tam burada son yirmi küsur yılın kibriyle, açıktan tipik ve fe tipi operasyonlar çekip burnundan kıl aldırmaz maharetle futbol disiplini dizayn edenlerin edepsizi devreye giriyor. Futbolun katline dönük saha içi varyasyonları, masa başı hoyrat atışmaları, berbat sataşmaların yanı sıra futbol terörünü içselleştirenlerden değilmiş gibi yılışık liboş tavırla hakemlere bir şeyler söylüyor. Sohbeti kesilen kaybetmiş adam, cinconi’nin yüzüne bakmadan arkasını dönüp gidiyor. Kameralar dört taraftan kayıtta. Ceddine rahmet, robocop polis duvarı içinde kaybetmişin peşine takılıyor. Resmen sözlü ve fiziki taciz. Ne dediği ne söylediği, adamın gözüne gözüne sıktığı yumruk şovmenliği bizzat kendini ve dünyadaki tüm müptezelleri bağlar. Kaçarı yok, biz ne dediğini duymadık ve bilemeyiz diyemez kimsecikler. Göz var nizam var, kayıtlar var dudak okuma var. Şımarık mokoko, geldiği günden beri kendine kaybetmekten kurtulamamış bir adamı zıvanadan çıkarıyor. Şehla şebelek, geçip gitsene. Yok senaryoya devam. Ya da kıt akılla senaryoya ek yapıyor. Adam kaybetmiş zaten üstüne canını sıkarsan, o da gelir burnunu sıkar. Burnu havada ahvalini patates burnundan tutup çimlere gömer. Taklacı güvercin rolüne büründüğünde ise hepten cüceleşirsin. Haklıyken haksız olursun, diğeri kırmızıyı yer bel ki ama seni de yemiş olur. Başı dik seni kaale almadığını dünya aleme ilan eder. Sen de ıvır kıvır rahatsızlığı içinde tırmalarsın. Bak tıflı klasik, ağa babaların biliyor artık korku dağları bekliyor. Sen de bilsen iyi edersin, karanlığa ‘Fener’ yakıldı bilesin…

 

Evet, topu ani bir manevrayla mağdur edebiyatına soyunan, hiç sakınmadan sahalarda kara gölgeli, kavgacı tripler atan bu kaypaklar, futbola kapak olacak, futbol sevmezleri bile hayrete düşürecek bir trajedi sergilediler yine. Adaletsizliği, sportmenliğe aykırılığı, kural dışılığı marifet sayarak, sonuç belirleme alışkanlığıyla skortif kaosu körüklediler. Ancak dün olduğu gibi bugün de sahalara çöken kalkışmacı çetelerin oyunu bozulur, sihir elbette çözülür. Cinlik, hinlik deşifre olur. Sanki yine futbol tarihini utandıracak biçimde, toplumsal uyanış resmen dinamitleniyor. Futbol üzerinden yeni kaos çıkarma atraksiyonları yıllardır kimin çıkarına belliyken bir büyük kandırmaca daha kanırtılıyor. Ayaktopu oyunu, eğreti konsorsiyum ve aciz kırkayaklar yüzünden ayağa düşürülüyor. Ancak unutulmamalı ‘Fenerbahche ayağa kalkar, Türkiye ayağa kalkar.’ Kadük kalkışmaların beli kırılır, kalkışanlar kışkışlanır…

 

Fenerbahche, robocop polislerin gölgesinde oynanacak futbola boyun eğmez, polislerin gölgesinde futbol rezilliğine geçit vermez. Katiyen kirli ve kinci gücün emrine girmez. Gizliden girenlere ve robotlaşanlara da direnir. Daima hak, hukuk ve adalet çerçevesinde mücadele eder. Asla büyük yanlış yapmaz ve asla ‘yapılan yanlışları yarına, yapanların yanlarına bırakmaz.’ Çünkü, ‘Fenerbahçe Ata emanetidir.’  Fenerbahche ve Fenerbahcheliler emanete hıyanet etmez…

14 Mart 2025 Cuma

ŞAİRANE YATMAK, ŞİİRE UYANMAK…

 ŞAİRANE YATMAK, ŞİİRE UYANMAK…

Mart kışında baharı yaşamak
ve ölmek ve de doğmaktır
şiirle özgürleşmenin tel tel tercümesi
tıpkı ölüme şairane yatmak şiire uyanmak gibi
anlamı anlaması derin diye.
Serin özlemle anılan şiirlerle anılmak gibi
tek mısrası devrimci eylem gibi
Öyle bir eylem ki şiir
dar zindanlarla buluşturur aklı diye.
Akıl şiirle uzlaşır
eşsiz dağ manzaraları mahpuslara eşlikçi kalır
taş duvarlar delinir
taş kalpler ufanır
taşar elim azap azınca azalır.
Eşikten içeri yer sofrası kurulur
dizdize kırk yıllık sevgililer
her biri eşit sever iştahla sevilir
aşkla şiirden beslenirler.
Yoksul şair şiirsiler özler
hem ölür hem doğar her gece
şiirsi gölgeler deminde
yarım kalmış aşkları heceler
şiire yatmak şair uyanmak bu olsa gerek diye.
Yasak güneş karlı tepelerin ardına kaçar titrer zihinler
şairane yatmak şiire uyanmak bu olsa gerek diye.
El heykelli Ada mahirliği sanki
sil baştan başlar bağımsız dizeler;
Denizi göresim geldi, okyanusları da özlemle özledim diye…
Narin dal kırılmasıdır öz elden derlenen şiir
saklı yalnızlığın sırlı yansımasıdır
narın kanamasıdır yarınlara
asla unutulmazlar
dayanılmaz yürek yangısıyla demlenen şiirsiler.
Bir kez bir kara yel vurdu mu aldırmaz gönüle
şiirsi yaşanılır şairce yaşlanılır
ölümsüzlük bir gün mutlaka.
Özünde özleminde varsa gidilesi bir dağ köyü
bağlardan geçilir gidilir
hayat kalın bilekli nasır elli demirci örsünde öğrenilir.
Öksüz çekiçlerle söz gümüş sükut altın
şair tavında dövmektir şiir.
Orağı kırılmış çiftçinin kuru toprağa kilitlenmesi gibi
kent kalabalığına doyan soyluların
kara toprağa şartlanması gibi
Kırklar divanında
kardelen açmış bozkırların oylanması gibi
Şiire bağlanılır.
Erenlere im mim zirvesinde
zırvalamak yakışmaz diye
zil zindan inlemeden
Şah'a şikayet edilen düzen yıkılmaz diye
harç bitti yapı paydos saatlerinde
kör duvarlara enteresan şiirler asılır...
Darağaçlarında sallanır yoksul şairler
şiire sevdalı akıllı gençler
denizi gör okyanusu özle eşiğine eşitlenir özlem
özlem şiirleri laldır.
Şiir dağından şiirselik makamında dökülür dizeleri
her biri dar boğazdan geçen akıllandıran deli baldır.
Çalı çolpan patikalardan ışık saçar anılar şiir aşka tek harfle yuvarlanmaktır.
Anılar erinde geçinde bulaşır tene
ulaşır tine tane tane
tek yol var bilinir tanımsız gidilir
şiirsi ölüp şair dirilmek gibi.
Yamuk düzenin tuzağına düşmeden
tutkuyu sırımak gibi
teneşire dek kara duvarlara tebeşirle dizeler dizmek gibi.
Denizi göresim geldi okyanusları okyanusumun denizini
özlem makamında dağlanan inci mercan özgürlüğü diye…
Dayanılmaz yürek yanmasıdır şiir
akıl zarını üşütür
bu yol öyle bir yol ki
ezkaza girince dönülmeyendir.
Dikine düzüne dilediğince gidilen
iki mavi göz alabildiğine seyredilendir.
Yaşamak tek dizesini
kalın kalın ciltlere değer şiir gibi
kırık dökük sineye saplanan kırk kanatlı turnalarla değerlenmek gibi
hesabı kitabı özlem oya oya işlenmiş
akıl fenerini karanlığa yakmak gibi
loş ışıklı gecelerde hücrelere çöken korkudan
zerre esnemeden esinlenmek gibi
değirmenin suyu çekildiğinde un beyazı yüzlere hediye gibi.
Şiir ne çok yakışır umuna kumuna
buğdayına başağına
şeker bombası patlatan çifte pınara
ekinlerin ela gözlüsüne.
Şair yüreği değdiğinde kara dalgalara deniz köpürür
düğümlenir duygular
yumuşar toprak filizlenir dizeler
şiirsiler dile gelir
şair gibi şairin elinde yüceler
her harfi şiir gibi…
Şirin şiir yolcuları
gönüllerde sevda elde ekmek gerçeğini bilmeden
yoğun emek sömürüsünü görmeden
ideleri fideleri şöyle bir güncelleyip
allayıp pullayıp geçip gidemez.
Ağır safari yolcular
çıplak mavzer sıcağı manzumlarla
manzarası manalı azgın şiirsi anılarda şairlerle buluşur.
Şiirler kan köpüren sulara çağlar
tek atımlık göz yakan barut gibi
dizeler sıraya dizilir adresi bilen mermi gibi;
Denizi göresim geldi okyanusları da okyanusumun denizini de
özlemle özgürlüğü de
illa ki şiirlere militan Denizimi…
…………………………
Mart gelir gün devrilir güneş batar
simgeli battal kapılar on ikiden vurulur
yemyeşil gözler müjganla öpüşür
Sarı lapiska deniz kızı kızıla dalar.
İç sızlatan şiir sonlanır
şair özlü dokundurmalar akla dokunur.
Sükuneti savunanlar akla zarar
evsiz dilsiz bölgelerde bile sirenler çalınca
yörenin direnenleriyle yörük otağında buluşur.
Atadan şiirlerle manilerle tekerlemelerle dillenir
kutlu dava kılı kırk yaran özenle şenlenir
şiire yatmak kırklara karışmak gibi.
Şairsiz şiirlerle flörtleşir gibi
eşsiz benzersiz ergin ormanda kaybolan kuzu gibi
kırklara yaranma şiirsileri demetleyen kırk yıllık şair gibi
yoksul şairlerin özlemiyle ölmek gibi.
Ölüme baş kaldırmaktır şairlik
Derdo hayata dokunan hayatı dokuyan şiirler
sonsuza uzar gündüz gece
şair doğurmayan günlerin üstesinden anca böyle gelinir...
Şiirin rotası bellidir
rol yapmadan dönemsel yankıya katkıdır
şairlik küresel kavramların uzağında
aklın şiire uyanmasıdır.
Öyle titiz ve öyle dipsiz hapisliktir ki şiir
ocağı bucağı günahsız eylemdir
elemle ergin sevdalara çetin kavgalara
körlemesine düğümlenmektir.
Bir solukta hayatın çözülmüşlüğünü gözlemlemek gibi
vade dolmuşsa acılar donmuşsa
güneşe yolculuk gibi
kazara da olsa kazan dibi kazıtanları ayrıntılarda puntalamak gibi.
Malum manzumelerin suçu günahı
salt mazlumlara ait değildir
kaçak vurgulamalar defolu satırlarla
basar alaca karanlık
ihanet kör topal bakışmalarla
savruk buluşmalarla putlaşır
yarım bırakılmış mısralarla
ve yavaştan tamamlanır ömür.
Altın boğaza dizilir kor
kör korkakları kasar kasvetli dizeler;
özrü kabahatinden büyük densizlikte Denizi göresim geldi
okyanusları da okyanusumun denizini de
özlemle yolu gözlenen özgürlüğü de…
Ölümcül dirim sunar puslu kalem
paslı pusularda palazlanan puştlara
ölümlerden ölüm beğendiren safha gibi
tek yönlü tarih şeridinde ölümsüzleşmek gibi
şiire yatmak şairane uyanmak gibi
metezori gelişen olaylar zincirine şiirler katmak gibi.
Şiir yerine göre hazdır görece nazdır
gerçekliğe bambaşka karakterler işlemektir şairlik.
Ezelden ebede yanılgılar melodisidir
yangınlar senfonisidir şiir
akıl nefeslendikçe ters yüz çevrilir sözcükler
yola gelir akla takılanlar
dille direnendir şair
ne dilersen dile kapısında dillenendir şiir.
Kurşun kalem sıkıldıkça
özgün yaratılar üzgün okyanusu yarar
tükenmez kalem tükenir
özlemle denizi arar dingin dizeler
yaren yakar kışkırtıcı düşler döşeğini.
Divit kalemin ucunda şiplenir hayat
kıvamlı lacimavi mürekkep göğe damlar
sarı yaprağa düşer ölümsüz mısralar
ölüm ki şaşar ölümsüzlük kusar…
Kusur değil asla şiire yatmak şair uyanmak
Derdo çok zor şairane yatmak şiire uyanmak.
Zorun zoru zorbayla kapışmak
diz boyu ekin tarlasında karga tulumba
güneşli dizeler bile yol iz şaşırır;
Mart başı sonu ölesiye yorgunum
Denizi göresim geldi okyanusları da
Okyanusumun denizini özlemlediğim özgürlüğü de...
Derdo adası şiir denizi şiirsi diyardayım
diyelim ki bir gece yatıp yoksul şairler gibi
sonsuzluğa uyanmak isterim
Denizim bende seni görsün diye…
Tüm ifadeler:
Sen ve Arzu Salık

12 Mart 2025 Çarşamba

BİR MUHTIRADAN ÖTESİ…

 

BİR MUHTIRADAN ÖTESİ…

 

Bu ülkede ekonomi hiç edilince, her on yılda bir devalüasyon, enflasyon, zam, özelleştirme ve kemer sıkma gibi yaptırımlar içeren ekonomik programlar ve istikrar paketleri peşine hemen bir faşist darbe yapılmış. Sivil-resmi bazıları açıktan, çoğu örtülü tarihe geçmiş. Bir yıl evvel dışa bağımlı gelişmenin temellerini atan hükümete 1971 yılında verilen 12 Mart muhtırası da bunlardan biri. Mayınlı tarlayı temizleme görevini üstlenen 12 Mart, bir muhtıradan ötesidir. Resmen askeri-faşist bir darbedir. Askeri rejim ve gölge kabinesi, piyonlaştırılan parlamento binlerce kıyım yapmıştır. Ülkenin yazar çizerinden öğrenci liderlerine uzanan geniş yelpazede acı zirveye tırmandırılmıştır. Yarınların teminatı üç yurtsever genci darağacına yollayarak eski açık hesabı kapatma yoluna gitmiştir. Gizliden ve sinsice bu günleri hazırlamaya ilk adım atılmıştır…

 

Peşine sıralanan her darbeyle yurtseverlerin anası ağlatılmış, ekonominin içine edilmiş, hırlanma ve sızlanma dönemleri ardına umulmadık iktidarlar tahta kurulmuştur. Ülke her batma noktasına geldiği, getirildiği dönemeçlerde, sivil-resmi dayatmalarla darbe borazancılığı yapılmıştır. Böylece kapitalizmin belirgin on yıllar bunalımlarından bu ülke de payına düşeni almıştır. Ekonomik buhranın aşılması için türetilmiş stand-bay anlaşmalarıyla musluklar açılmış, borç para bolluğuna kavuşan ülkede sert ekonomik tedbirler uygulanmıştır. Açık faşizmin denetiminde ve yönetiminde, halk faşizmle sindirilmiştir. Günü kurtarma atraksiyonları dışında bir çivi dahi çakmayan bozuk sistemin ve yanlışlarının faturası halka, halkın öz evlatlarına ödettirilmiştir.

 

Faşist cuntalar her geldiğinde hep aynı modelleri ve yönetimleri uygulamıştır. Önce darbe sonra mide, hepsinde de helal haram birbirine karıştırılmıştır. Çıkışı olmayan labirentin esrarını ve sırrını hiçbir biyografi çözemez sanılmıştır. Oysa bu askeri-faşist darbeler tarihini daima para ve ekonomi belirlemiştir. Modernden Post moderne tüm siyasal arayışların özünde hep kara para, kanlı ve kirli para ve para aklama vardır. Her sivil-askeri darbe sonrası bu değişmez gerçekliktir. Ayrıca benzer askeri-sivil faşist darbeler ve muhtıralar sonunda, ekonomik uçurum büyür, makas açılır. Başa getirilen yarı planlanmış yeni uyduruk, şaşkın iktidarlar yıllarca ülkenin başına bela edilir.

 

Yüz yıldır tarihsel gerçek maalesef böyle; “1946 devalüasyonu İnönü’yü iktidardan etmiş, yerine Menderes geçmiştir. 1950 istikrar tedbirleri Menderes’in başını yemiş, 1960 askeri darbesine zemin oluşturmuştur. Dışa bağımlılığı güncelleyen 1970 devalüasyonu 12 Mart muhtırasını getirmiştir. 1979 yılı 24 Ocak kararları 12 Eylül faşist darbesini getirmiştir. Özellikle sistemi yok etmek pahasına yapılan 5 Nisan, 28 Şubat ve 15 Temmuz öncesi gizli açık yapılan ağır devalüasyonlar umulmadık yıkıcı-yokedici iktidarlara kapı açmıştır…”

 

Bunların hepsinde de dış ticaret açığı cumhuriyet dönemi rekorları kırar. Daima rant ve faiz ekonomisi yeğlenir. Reel sektör harcandığından, üretim dışlandığından ülke yabancı para simsarlarının, politika ajanlarının cirit attığı merkez olur. Devleti yönetenler de yüksek gelir getiren akaretlerini zarar ediyor gerekçesiyle, özelleştirme maskıyla satıp durur. Peydahlanan hazır fırsat kalabalığında faşist darbelerin milyarderleri, bir koyup üç alanlar, köşe dönücülüğü düstur edinenler ve liberalizmin peygamberlerine-kapitalizmin tanrısına tapınanlar kollanır. Bu tapınakçılar lale devri yaşarken, halklar cehennemi yaşar.

 

Bu arada gülün dikeni dost yüreklere batar. Kanatır da kanatır. Darbelerin köklerine inildiğinde resmen kontrolden çıkış görülür. Faşist ideoloji sosyal adaleti öngören düzen kurmaya devamlı engeldir. Kurşun askerler ölüm korkusu yaşadığında, çemberin içinde çanlar çaldığında önce gençlik kuşatılır sonra, sonrası malum atmosfer. Faşizm. Tarihle sabit, ekonomi raydan çıkınca ülke de raydan çıkar ve “yüz metreyi en iyi koşan çocuklar” gözler kırpılmadan ölüme mahkûm edilirler. Karşıyaka’da üç karanfil dost bağına gömülür, Onlar dost yüreğine…

 

Evet, 12 Mart bir muhtıradan çok ötesidir. Yarım akıllı paşalar, 1960 darbesinin diyeti olarak 1970’de üç genci ölüme göndermiştir. Aklı sıra rövanş aldıklarını farz eden muhteremler idam kararını güle oynaya oylamıştır. Oysa o gençlerin “Başları dikti ve hayal ettikleri güzelim dünya için ve tam bağımsız bir ülke için, kendi başlarına sehpaya yürümekten asla çekinmediler. Asla korkmadılar. Asla yılmadılar. Asla baş eğmediler. Asla eğilmediler. Bıraksalar kendi sehpalarını bir vuruşta devireceklerdi…”

 

Çünkü “Asla gelecek hesapları yoktu. Kişisel kaygıları yoktu. Sadece mangal gibi yürekleri ve gencecik umutları vardı. Cesaret ve umutları vardı sadece…”

 

24 Şubat 2025 Pazartesi

BİR GÜLÜCÜK NİRVANA

 BİR GÜLÜCÜK NİRVANA

 

Yalandan olmayan, yarım kalan öyküler var özgün ve şaşırtıcı. Aşkın güzelliği ve dönemsel sürprizler, geri çok geri dönüşler damgasını vurur hikâyeye. Bu ileri geri düzeneğinde, tarihi çatışmalar, gizemli çalkantılar ve kuşak farkı atışmaları çok renkli ve ilginç olaylar yaratır. Betikler, betimlemeler, çeşitli adetler ve çapraşık görenekler felaketleri besler. İçiçe geçmiş tüm öyküler, kıvrak, akıcı ve akıllı, yalız, yalın ve yalımlı bir üslupla bizzat yaşanır. Gerçek hikayeler, usçu dil taktiğiyle, usta işi kurguyla yarım kalmaz. Sonu yalandan da olsa biter…

Ege destekli bir metaforda yeşeren Yeşim, bu hikâyede unutulmaz asla unutulamaz biricik sevgili. Eflatuni bir aşkın efsunkar kahramanı. Tüm yolları palaz paldıraz denize çıkan yazlık kasaba ‘Alpunar’ın tek ortaokulunda, bir kutlu öğretmen kızı. Nesim, Alpunar’a gelik, çımkı gibi bir ‘yürük’ yetim. Yaylak kışlak hayatı bobacığı ölüverince bitmiş garibin. Anacığıyla, bir bakla sofa alacıkta kala kalmışlar. Yürük işi, gücük akıl işte yayla dönüşleri geciktiğinden, anca anası bastırınca mektebe yollanırmış. Zaten akranlarından iki yaş geç başlamış mektebe. Nesim sınıfa utanarak girmiş ama utanmadığı kişi Yeşim olmuş. Yeşil yalpak bakan ruh eşini bulmuş, içsel uyum nirvanasını yakalamış sınıf ortası…

Aşkın merkezine çöreklenen metabolizma, sanki meteor yanılması yaşatır ölümüne. Bedenleri ‘ikiz alev’ yalar, kalpler kuşatılır. Kuru kuşkular daima kölelikten yanılsamalarla birleşir. Kulatözü ‘yürüklük’ kaybetme hissini yüreğe oturtur. Ufecik fesfeseler ve uyumsuz ruh eşi evreni hareketlendirir. Zordan iyiye geçişte doğan aldatmacalar dışındaki her şey, aşkın kutsanmışlığıdır. Başta denizi sevmek ve dalgalanma arzusu işlenmemiş elmas gibi eklenir faleze. Ve sahici övgülere kapılır aşıklar. Yürük illerindeki kölge arayıcıları, diyardan diyara dağılan, denizin Egeye özgü söylediği gülünç aryaları dillendirir. Derinden duyulan aşk nakaratları sapsız sapansız öylece iki arada üretilmiş, bir derede tüketilmiş, söz temsili uydurulmuş değildir. Her biri önceden belirlenmemiş ama kalpten benimsenmiş ve özel bir yöntemle aklın karmaşasından kurtulmuş gibidir. Sözgelimi aşkın varlığından habersiz, kara düzen vurulur mızrap. Tellere özenle yaklaşılır. Aşkın kahramanının kabiliyetine göre biçimlenir binlerce yıllık özlemler. Yine de en riyasız ve en doğal aşk hikayeleri en baştan ta öte başa benzer yaşanır.

Yeşim’in yeşil gözleri göç şiiri yalnızlaşması. Nesim’i rahatlatan, gönül göçerten o bakışlar ‘Bir Gülücük Nirvana’ aldatmacası. Yetim Nesim, aşkı nerden bilsin, yüreğinin inceden sızıya yakalandığını bilir ama. Şıpbıdak annına yazılanları kara yazgısı beller. Değil mi hemencek aklı şaşmış, kalbi şarşar atmıştır. Bir kere sırlı sürahi çatlamıştır. Sıvışır anacına, n’olcek çoluk çomak aklı işte;

- “Ana, ben büyüyünce, öğretmenimin gızı Yeşim’le evlencem. Yeşim benim eşim olcek. Sana sarı gelin. Sen de varıp isteycen, Alla’n emriyle. Bak ne deyom, duymadım deme, hazırlıını şindiden yap. Hemen ikindiden başla zaman çabuk geçiveriyo…”

- “Biyol du bakem sen, fakır fıçısı seni. Bak sen. Toy toşuk seni, bizim sırça asarımız, bi gıyıdan para başarımız mı vaa ki şaddak gidem. Dul yürük bi gadınım ben. Hemide daha epey vakit vaa evlenmene, okucen ya sen. Okucen. Ünleme ööle gaşımda, aranıpduru belasını şu kıçıçıplak. Benden bulma yürü git. Sen bıdışık gal şindicik. Fazla cırlaklama. Niydipdurun okulda ööle ganere seni. Savul deli efe savul, gokma düğününde vurur davul. Zangadak duyuluusa gıza da yazık, öretmene de mükkem ayıp. Durduk yere, nerden çıkıverdi bu evlenme, anlat bakem işin aslını faslını.”

-Ana, aynı sınıftayız ya biz. Ama benimle oturmuyo. Bi sıra önde bi gızlan. Ama tenefüsleede hep beraberiz. Bazen oturuyoz gonuşuyoz, beşlik bozuyoz. Bazen oynuyoz. Top depikliyoz. Çok seviyoz birbirimizi. Bana ‘büyüyünce benimle evlenir misin, evlenelim mi? deyiveedi. Evet deyiveedim. Söz sözdür ana, serden geçili sözden geçilmez.”

- “Ey gidi Yürük Ali Efe’nin dizi dibinden ayrılmaz oğul. Demek bu gız sene, gıymatı sakızlı kanfil. Firil firil karamanlık destanlarıyla büyüyen Çalıkakıcı değilmin sen? Len bizim oğlan neyine güveniisin? Efelik eskiden. Hunu bak gaari, ırahatlık ırak bana. Goskoca öretmen, bizim gibi bir garaltı yürüğe toy-tellal gız verii mi? Ellerin gızları mı bitti. Olmaz balım, bu iş de olmaz çalım. Çırpınma boşuna, oluru yok yalım.”

-Güzel anam, yaz gış ocak başında ekşi maya somun pişiren anam. Oklageç erbabı anam. Çırası yağlı çam odununun dumanı geçimimiz anam. Yüzü ateşte kızaran gızanam, kızma yüreğine ateş düşen pepi ufulağına. Bak odayı ıtır doldurmuş. Tırlatacam gel etme, büyüğümsün yegâne varlığımsın beni gırma. Yeşim’e ulaşmamın hiç mi mümkünü yok.”  

- “Madem öle mıy mıy etme, söz verdin demek söz yemek olmaz. Daha çok lüzger harman döver. Ayağa çarık gatmadan gaçış yürüğe yakışmaz. Vakti gelende öretmene varam varmasına ya n’edem de varam. Du bakem bi cırnak atem ınnacık, sen de bi kutlusi öğretmen ol, eşiti dengi olalım gari. Şööle yüzümüz olsun, gaydamız olsun. Gider isteriz o zaman gorkmadan. Sıkma canını. Oku çok oku emi, öretmen ol gel. Çık gaaşıma, çıkıverelim gaaşılarına. Alırız gızımızı golaylıkla…”

Ağırdan ağır başlayan hikâye, hafiften hızlanır. Olaylar devre bağlı dolaylı değişir. Bazen apar topar ana şema zıddına gelişir. Zorlukla kurulan cümleler, yumuşak tat bırakmasa da hak eder hikâyeyi. İnceliğin ve yaratıcılığın paldımsız konukluğunda, konar göçer Nesim n’etsin. Bidenecik anasının aklıyla uçtu Yeşim’e. Zerre teklemedi hatta o gün son, ömrünce hiç kekelemedi bi daha.

       - “Okuyup öğretmen olacam Yeşim. Olunca da gelip öğretmenimden seni isteyecem. Seninle evlenecem.”

- “Nesim, ben de senden başkasıyla evlenmeyeceğim. Gelmeni bekleyeceğim. Sıkı çalış derslerine, madem öğretmen olacaksın…”

Yürek acıtan öyküler, gece yarısı sonrası sokağa çıkmanın yasak günlerinden kalma. Yasak kaçak yoğun tempolu, bomboş caddeler gizliden turlanır. Kulak çınlatır, yarım kalan öyküler. Zaman mekân ayıracı altın tozları bulaştırır yüzlere. Hayattan kelebeksi ayrılmalarla, geç kalınmış ayılmalarla tamamlanır hikayeler.

Alpunar’ın merkezi, denize açılan sokakları, sahil şeridinde bugün acımasızca talan edilen yeşil alanları, iki bin beş yüz yıl evvel, denize dahildi. Ege’nin bildik, ziraat cenneti ovaları henüz oluşmamıştı. Boğazlar henüz yarılmamıştı, Marmara devasa bir göldü. Nice kentler su altındaydı, nicesi kocaman bir adanın kıvrımlı uçlarıydı. İç kesimlerin bile mutlaka denize kıyısı vardı. Efes deniz şehriydi, tıpkı Yılancı Burnu’ndaki Neopolis gibi. Deniz yüzlerce yıl içinde karadan çekildi. Su altına gizli dağlar, yaylalar, ovaların ortaya çıkmasıyla yerleşik yaşam kolaylaştı. Medeniyet arttı. Yeni site şehirler kuruldu, Alpunar gibi…

Bin yıldan beri buradaki kadim kültürün evlatları yürükler, varı yoğu zeytin toplar ve sıkar. Yağını hayvanlara yükler, patika yollardan şehir pazarlarına götürür. Patika yollar karanlık, bir yanı uçurum diğer yanı kayalık. Yağ testileri topraktan. Tatlı sert darbeyle seramik çatlar, zeytinyağı yabana akar. Fire artar, zarar çoğalır. Kayba çareler aranır. Ve keşfedilir hayvan derisinden tulumlar.

Fıstık çamı kozalaklarıyla tulumlar, deri kahverengiye dönüşünceye kadar zımparalandı. Tulum istenilen kıvama gelince içine zeytin yağı, et, süt, peynir doldurup pazarlara yollandı. Yollar tarihi kuşatan kurtuluş sürecine dek uzandı. Düşman yolları kesti, tercihler tutarlı tutarsız prangalandı. Ege'yi gören kesme taş duvarlarda, marjinal kimliksizlik tırmandırıldı. Fırsattan istifade palazlanan aşırı fesatlık, aşkın fetbazlık, pik yapmış iğreti kompleksler ve fenalığın komplesi kapkara köşelere sindi. Üstelik imparatoryal korku ve kaybetme telaşı özgüveni kemirdi. Güven kaybıyla ayağa düşen düşler derya deniz dağıldı. Yine de Ege, ‘müjganla ben ağlarız’ kıvamında ve deniz dilinde şarkılar söyledi.

Cam fanusu çatlattı tarihi şarkılar, sahile vuran ışıklar. Yüzyıl önce Balkanlar’da fitillendi ateş. Vaktiyle dinlerin, dillerin, milletlerin ve kavimlerin sentezi, yüzyılların ihtişamlı imparatorluğu yorulmuştu. İslam’ın, adaletin ve zenginliğin timsali yaşlı imparatorluk, dört kıta coğrafyasına yayılmış topraklarını koruması, elinde tutabilmesi iyice zorlaştı. Dünyaya hâkim olma heveslisi emperyalist Avrupa, petrol fışkıran topraklara çökme derdindeydi. Petrol yollarına Ottomanlar sahipti. Ottomanlı öncelikle Balkanlar, özellikle Kuzey Afrika, sonra Arabistan Yarımadası ve Kafkaslardan sürülmeliydi. Kocamış imparatorluk zaten gelişen dünyayı takip edemiyor, medenileşme çabası ve girişimleri sonuçsuz kalıyordu. Yani çöküş başlamış, ne çare durdurulamıyordu. Vaktiyle Kızıl Sultan’da epey işlerine yaramıştı. Şimdi tek hamle yeterdi...

Hasta adam; Balkanlarda Rumen, Arnavut, Makedon, Sırp, Hırvat, Bulgar ve Yunan mikro milliyetçi çetelere gereğince direnemedi. İlk kopmalar başladı. Balkanlar ateş topuna dönüştü. Ateş İstanbul’a İzmir’e, Ege’ye Anadolu’ya, hâkimiyet altındaki topraklara ve petrol deryası Arap topraklarına yuvarlanıverdi. Alevler dört bir yana sıçradı. Felaketi fırsat görenler her yeri kuşattı. Kısa zamanda koskoca imparatorluk parçalandı, paylaşıldı.

Zümrüd-ü Anka, yüzyıl başından itibaren küllerinden doğdu. Yeni yollar açıldı, demiryolları döşendi, tarlaya traktörler girdi. Küçük büyük üretim çiftlikleri kuruldu. Ardı sıra fabrikalar açıldı. Yokluğa mapıslar maaşa bağlanıldı. Zeytinler irili ufaklı fabrikalara taşındı. Harcanan emek karşılığı ücretle tanışıldı. Alpunar’da yılların geleneği siyim siyim sürdürüldü. Zeytin değirmen taşlarıyla ezildi. Kadınlar ahşap teknelerde ‘ayak yağı’ çıkardı. Yağ tasına ilaç niyetine, sıcak bazlama banıldı…

Baharın her derde deva bu ilaç günlerinde, kutlu öğretmen Alpullu’ya sürüldüğü gibi usandırılmak veya uslandırılmak gayesiyle Ege’nin bir başka diyarına atandı. Bu metazori göçü duyunca Yeşim’i kaybedeceğim endişesiyle sarsıldı Nesim. Tam da öğretmen okulu sınavına girecekken müracaat süresini geçirdi. Açıkta kaldı. Anası yattı kalktı vayvaraya başladı.

- “Macur torunu muhtaçlığı benimki. Evhamlaa öldürüyo aşkı. Yolunu saptırıyo sevdalıların. Ayrılıklaa yiyip bitiriyo sadelii. Farzet duyumlar yalan yine de mübadil, tel örgü görünce sınırsız bir sahipleniş ısırır canını. Nesim sorma niye öyle mataf matrag hikâye sanma. Ben gendi topraamda, memeletsiz işgal tafrası gördüm. Şimdi al pullu gelincik tarlasında çıplak ayaklıyım. Canana papatya falları açsam da gök tavandan sarkan karayere ulaşamam bi daa. Uykumda uydurma göçlerle tellenir aklım. Sakın cigara içme emi ırıpçı. Takanı dımbıltını zapt eden çakır yıldızın gözleenden öpem. Ben ‘dokuz dağın efesi Çakırcalı’ ile Iraz ana çakıcılarından bi yürüğe vaadım, valla özledim macurluğumu. Biyo bu duygulaa tuvaf ama çok güzel oluu. Bilirim. Bak baken, sana deyon çavur ol unutma.  Unutmayasın. Gün gelii gerçeklee açık sırtından öpee…”

Nesim’in Anacığı, yürük babası öleli beri Alpunar’a yakın kasabada Numune Çiftliği çalışanıydı. Orada okula yazdırıldı. Durmaksızın, delice derse verdi kendini. Nesim, iftihar listesindeydi her dönem. Bu arada öğretmeninin tayini, Ege’nin en büyük kentine çıkmıştı. Yeşim’i ardı sıra tayinlerde takip ettikçe göçerlik ruhuna karıştı, yürüklük kanına karıştı. Tayın uğruna göçerlik, ‘karlı kayın’ çıkmazında kolay geçiştirilemez gecelerde aklına ilişti. Tekrar tekrar çekmeceli raflara doldurdu zihnini. Yalansız hilafsız yarım kalan öyküsünü tamamlayandı, yarım ayda kızaran her öykücük. Hava kararırken anılar içinde kıpraşır, aklı kurur, kusursuz kurguya odaklanırdı. Sevinç ünlemleriyle, ünsüz şifrelerle ifritlenir, küçük öyküler başladığı yerde biterdi kusursuzca. Bitmeye yakın narsız nursuz kurgu pas geçilir, geniş zamana yayılırdı olaylar. Hep en başa dönülürdü sanki. Kaç zaman geçer, ömrün yazı kış olurdu ama hep çocuk kalınırdı. İçindeki çocukla oyalanır ve onun Alla’na kadar öğrenmesini desteklerdi Nesim. Bu süreçte, sürekli kendi kendine söz verdi…

- “Öğretmen olayım, nasılsa göçtükleri her neresiyse bulurum öğretmenimi. İsteriz Yeşim’i. Evleniriz hemen.”

Nesim’in gelişim savaşı ön cephede sürüyordu. Cephe gerisinde ise içini sızlatan veya için için ısıtan Alpunar ziyaretleriydi. Aklını hafifleten, güçlenme hissi veren, diğer sarıp sarmalamaları yetersiz kılan, yükselen gençliğe ilişkin hırçın dalgalanmalar yaşadığı yerdi Alpunar. Ayrıca yakın arkadaşlarıyla ‘Adaburun’ çıkarmalarında denize çivileme dalınca anladı, sabırlı olma şarttı. Buzdağını eriten ipek böceği gibi ilmek ilmek örülen taze aşk ve cömert güzellik kuşatırdı bedenini. Bütün takım adalara azar azar azgın öyküler vurur, uyuturdu övgüleri. Yani göçlerle öç alıyordu yazısızlık, yarınsızlık. Yazgı diyerek zenginleştikçe birileri, kavim kardeş fakirleşiyor, el oluyor, işler karışıyordu. Nesim, Kavimler Göçü’nü öğrendi. Yürük gibi yürüdü tarihin loş koridorlarında…

Avrupa, milat sonrası sekizyüzlü yıllara dek, iki dönem beşyüz yıl, şiddetli göçlere sahne oldu. İlki, Roma İmparatorluğu ile Hunlar’ın sınır davasıydı. Başlangıçta Volga ile Don nehirleri arasına yerleşmiş Hunlar, Batıya yöneldi. Cermen kavimleri Karadeniz düzlüklerinde Hunlara tutunamadı. Cermenler, vizigotlar, Ostrogotlar, Anglo-Saksonlar, Franklar, Gepidler, Lombardlar, Burguntlar, Vandallar ve Slavlar çaresiz batıya göçe başladı. İlk göçmenler Hunlar, bunlar ve kendileri göçerken Batı'ya sürdükleri yerli kabilelerdi. İkinci göç dalgasına Türkler, Araplar, Macarlar ve Vikingler katıldı. Uzun ve aralıklı Moğol istilasının da etkisiyle artan göçler Anadolu’nun, Kuzey Afrika’nın ve Avrupa'nın çehresini değiştirdi. Romalıların ‘barbar’ nitelediği bu kavimler, önlerine çıkan kavimleri de sürerek İspanya’ya dek ilerlediler.

Kavimler Göçü, Avrupa devletlerinin temellerinin atıldığı tarihsel gerçekliktir. İşte o günlerden bugüne yas şarkıları olan göçler bilinçleri kör etti, kin ve nefret ekti. Doruklara uzanan uçuk notalar, ufukta yerle göğü birleştirdi. Apaçık akla sarkan sakıncalı manifestolara aldırmadan derin dinginlik yaşadı ve yaşattı Ege. Erken yaşlananlara veya genç kalanlara usulca şarkılar söyledi. Egece şarkılar. Keşke ben de duyabilseydim pişmancalığı pekiştiren, uzun menzilli deniz şarkıları. Ege şarkıları söylüyordu Ege.

Yürük Nesim, bir çift yeşil göze müjganı yakıştıran, yolu mavi karanlıkla buluşturan, nağmeleri Yeşim’i çağrıştıran şarkılar eşliğinde yürüdü. Yürüdü yürüdü ve Ortaokulu bitirdi. Leyli öğretmen okulu sınavlarına girdi. Adıyla şanıyla, Adabilen Öğretmen Okulu’nu kazandı. Şehrin en tepesinde, ‘bu tepede yaşanmaz, yaşansa da zor bela yaşanır’ denilen okula girdi. Asla şikâyet etmedi Nesim. Ayrıca hiç de öyle olmadığını gördü. Öğretmenleri çok sevecendi. Anne baba gibi sahip çıkıyorlardı öğrencilere. Her biri tıpkı Yeşim’in babası gibiydi. Tek ereği öğretmen olmaktı. Yeşim’ine anca bu sayede kavuşabilir ve sözünü tutabilirdi. Adreslerini bulur bulmaz, ucu yanık bir mektup salladı Adabilen’den;

- “Yeşim taşım, baştacım, burayı Öğretmen babam bilir, yatılı kazandım. Yatçem, kalkçem, okucem. Hep seni düşüncem, unutmicem. Dört yıl kaldı öğretmenliğime. Sen de oku, durma. Okumazsan eyer Öğretmen babam seni başkasına verir. Unutma…”

Geçmiş zamandan beri seyri seferden yorgun düşen ağır yolcular, inceden gölgelere uzanır. Ağrılı başlar zahmetsiz yaslanır pamuk göğüslere. Upuzun sayılan hayat, afili cümleler ardına koyulan iki nokta arasıdır. Üç nokta ise umsan da ummasan da eşi benzeri, ucu bucağı yok ummanda usulca kaybolmaktır. Çünkü bir saatten sonra külahının altına sinmek asla çare olmaz.

Yürük Nesim, Çepni boyundan yazar daha iki yaşındayken kepi külahı fırlattı. Öğretmen Okulu’nu bitirdi. Öğretmendi artık. İlk ataması Güneydoğu’da bir köye yapıldı. Orada neyle karşılaşacağını bilmediğinden Yeşim’e kıyamadı. Çıkmadı öğretmeninin karşısına. Adreslerini bulmuştu ama anacığını yabana atmadı…

- “Öğretmen efe, ilk sözünü duttun. Şindi elin eşgare ekmek dutsun. İkinci sözüne mahcup kalmayalım. Varalım öretmen beye, böle de büle diyelim. Ezilcemiz takı tümbek goymasın gaaşımıza”

- “Doğru dersin Anacım, bir iki yıl daha dişimi sıkarım. Olduğunca maddi birikim yaparım. Çok para pul lazım olcak bize…”

Nesim böyle dedi ve acilen göçtü. Zorlu mesaisi başladı…

Yalancı baharlar geçti, gitti, bitti. Nesim’in çıplak gözle gördüğü, emperyallerin hakediş ve hallediş sırasını aç kurtlar gibi beklediğiydi. Doğrular söylenmiyor, söylense de doğru yerde söylenmiyordu. Yemin gerektirmeyen yalanlarla doğruluktan şaşılıyordu. Yersiz yurtsuz kafalar, yalana dolanınca karışıyordu en bilinen meseleler. Üstüne üstlük ileri demokrasi havariliği, suları bulandıran söylemlerle birleşince, eldekinden avuçtakinden oluyordu sahil boyları. Bunca kaotik ortamda bile korktu Yeşim’i kaybetmekten. Kurulacak yeni hayat şairaneydi ama gelecek şaibelere gebeydi. Vahşi doğaya direnmenin, engellere ve zorluklara göğüs germenin, kazandırdığı akıl ritmiyle hayal kurdu her gün…

- “Ege’ye atanırsam ki atanırım, tayinim başka bölgeye çıksa da Yeşim’i öğretmenimden isteteceğim. Yazık bize. Gerçi Yeşim sözünü yemez ama Öğretmenimin dediğini de ikiletmez. Sakın ha.”

Düğüm sona yakın bir bir çözülürken, acı gülüşler dolar beyine. Vakitsiz diriliş yaşar kumsallar. Kumdan kaleler iki görüş arası yıkılır. Ölmeye yatmak vakti gelir, çatar. Kapıda cennet, cehennemde suya hasretlik. Bir damla su da boğulmak gibidir aşk. Renkleri çalınmış tablonun içinde, yeminli güneş kızartısında silikleşir anılar. Belli belirsiz okşamalar, sıcacık kucakta üşür. Donuk renkler evinde, kırık bacakla sahne becerisi, değme virtüözleri kıskandırır. Yeniyetme mükemmelliği ufukta batar. Parçalanmış yürek çöplüğünden güpgüzel mabede, çekmecelerdeki mavi mürekkep donatılı koleksiyonlardan aşk suskunluğuna uzar mevsim. Bir mayıs ortası aşıkları gözünden öper mavi lacivert deniz. Dillerden düşmeyecek gecikmiş düğünler sazlara yas, sokaklara taşan yüzlere naz olur. Haza çok özlemişim meğer denir, sicim gibi akar gözyaşı.

İçten içe veryansın eder vesvese. Her gün ‘yoksa yoksa’ endişesiyle zar zor geçen iki yıl peşine Ege’de denizden içeri bir kasabaya atandı Nesim. Elinde avucunda öğretmenine mahcup olmayacak akça birikmişti. Düğün derneğe rahat yeterdi. Yeşim ile parça pürçük idare ederlerdi sonrasında. Nefes nefese vardı Alpunar’a.

- “Alyazmalı anam, yazısı çetrefilli anacım pek yakına atandım. Kasaba ortaokulu. Yükü de tuttum birazcık. Bize bir koca şehir yolu göründü gari. Punduna geldik, ‘Aldık Aydın gızını, çekcez gari nazını’ Azırlımızı yapalım ivecenlikle, ‘Değmen gamlı yaslı gönlüme’ gari. Hayatla dalaşma, benlikle hırlaşma geçti.”

- “Beri bakıve öksüz öretmen efe olum, yakında ocaama düşeceni bildiimden, öretmeni nen gızını sorem bakem dedim. Töbosun örenince yavan galdım. Yaban başımdan gaynaa sulaa döküldü. Saksak saksaanla habee uçumamış sana yalım. Zolan dolan bilmem gari, öretmen gızını evlendirivemiş…”

- “Esdirekli yürükler an gelir akıllanır sora düşünüp duru da belini dorultamazmış anacım. Cennet ve cehennem çukuruna saklı değme hayatlardan bize de bu düştü demek. Gönenmek haram bize gari. Kalp sessizleşince başka dilekler tutulur anacım. Dile ki sen ben gacveren buralardan…”

Tarih en işlek zamanlarda yemkirir, ağıtlar çınlar eşsiz mağaralarda. Yarım aşklar kutsanır. Dahası dörtyüzelli basamakla inilen antik çukurda bekler, tanrıçalar. Hayatın yüzüne gözüne dokunmak orada gerçekleşir. Arsızlar çukurunda. Anadan üryan seyirlikler baş döndürür. Zeus’un yarı tanrı kızları kumrularla dans eder. İç bayıltır armoni. Mozaikten keklikler çatlar. Dansa katılmayan al başlıklı melikler ve melikeler, zevk punarından gagasını doldurup uçanları izler. Diz dizeliği arzularken dize gelmek ve yarı tanrı mabedinde gaflara heveslenmek mıkırdak mirasyedi harcıdır. Darbeyi alınca Kırklar konağında hayıflanmak da pek işe yaramaz. Epeyce geç kalınmışlığın yaman paylaşımından kaçınmak, nasip artırmaz. Saksak okuntusu kabullenilir.

Günlerce gatiyen kendine gelemedi, gabaat şoklamasıyla dağılan Nesim. Artık yoktu Yeşim. Doğup büyünen ve uğruna ölürüm denilen cincoflu şehir koskoca mezar olmuştu herifliğine. Sığamadı içine. Gayrı ganimet bolluğundan kaçılır, başı çınarlı yasemin kokulu lalezar kodeste lal olmak beklenir. Hassas terazi kaç zaman bekletir muammadır, asla bilinmez. Göğsünde taşıdığı en değerli taşı, artık taşıkardi madeni. Hal buralara varınca başka maraza çıkaramadı mazlum koflak. Minik adımlarla iki ileri bir geri seyretti mehteran takımı gibi. Değerli taşların sırrına ermek, taşların sultanı Yeşim’e varmak varken yollar yarıldı. Yeşim imperyal maya. Maya ve Maori kültürleri kutsalı. Saf yeşili gönülleri yakar. Sıra dışı sağlamlığı ve dayanıklı hali kül eder insanlığı. Demek dayanamadı. Derler ki ‘Altın çok değerlidir, Yeşime ise değer biçilmez.’ Paha biçilmez zenginliğe doyamayanlar tıpkı Nesim, ömrünce yeşim taşına taparlar. Beri bak Yeşim taşı ‘Bak yeşil yeşil…’

Yıllar yılları kovaladı. Nesim, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde öğretim görevlisi oldu. Doktor oldu, Doç oldu. Fakültelere kürsüler kurdu. Okudu, okuttu ve yazdı. Bir ‘Doç kamyon’ sırtında baş kabak kıç açık geldiği ‘Adıbilen Öğretmen Okulu’nda başlamıştı yazmaya, hiç bırakmadı. Kızılcanlı çalışmalarının ilham kaynağı, asla unutamadığı yeşile çalar buğulu gözlerdi. Gözü kararana dek gazetelere, dergilere yazdı, kitaplar yayımladı. Son kitabı ‘Nirvananın Gölgesinde Karmapolitan’a son şeklini vermek için bir süreliğine, Yeşim’i de kendine sunan Alpunar’a geldi. Zaruri ihtiyaçlarını temin etme dışında kapandı bakla sofasına. Artık anacığı olmayan evine. Anacığı da acıdan pay çıkarmıştı kendince. Onca konfora rağmen, eli sıcak sudan soğuk suya girmezken Yeşim’den sonrası içine sinmemişti pek. Kasaba şehir gezerek, Nesim’e hayır dua ederek yaşadığınca yaşadı. Bir guşluk vakti, ‘gırdı belini gahır bulutunun ve gutuldu.’ Nazik ve yumuşak sonsuzluğa uçtu. Nesim’i yapayalnız bıraktı. Nesim, ana ocağında yatıyor kalkıyor yazıyordu. Kara yazgısına inat bir lokma bir hırka engine dalıyordu. Beş ev, üç arsa ötesi sokak başı minare, cızırtılı bir duyuru yaydı. Sonuna dek huşu içinde dinledi. Öğretmeniydi. Vefat etmişti Yeşim’in babası. Ağzında pabuç kadar laf birikti ‘Ansan ayıp, yutsan böyük’ nefesi kesildi; Cenaze merasimi ikindi vakti…

Dünya koca deniz, öbür dünya deniz kıyısı. Sahilde gezip dolaşanların her biri bir garip yolcu. Işkın misali savrulur ölüm. Aşktan yüce aşkın huzurdan dışarı hali; çok sömürü, fazla yağma, yoğun talan barındırır. Dünya mesaisi bitmişler, çağrışımlı sözcüklerle kurulan cümleleri hesapsız kitapsız yutar. Kitabın ortasından sarf edilenler aşıkların yüreğini sızlatır. Aşksız hayata baksan ne yazar, yeryüzü yükü paraya gözün tok olsa ne çıkar. Yürük çocuğu dağa firar eder, garip çocuğu askere gider. Cüzdanı sağlam olan yırtar. Sorun kürsü işgallerine kadar uzar. Yanlışlara şerh koyulur şikâyet algılanır. Böyle algılandıkça ve uluorta dillendirilince de yaşamak zehir olur, ölüm bal. Bir ölüm haberiyle doğdu Nesim…

On yılların aşk yarası bu dışı möhre içi kangren. İyileşmez. Öğretmeni ve Yeşim canlandı gözlerinde. Nerdeyse aradan geçen kırk yıl. Hafızasında kalan genç kızlığın ilk evresindeki Yeşim. Nasıl tanıyacaktı acaba? Yazmayı bıraktı. Soğumuş acı kahvesini dibine kadar yudumladı. Cenaze törenlerine katılma ritüeline başlayabilirdi. İkindiye daha vardı ama yıllar geçtikçe daha yavaş hazırlanıyordu. Hemen kalktı. Tıraş oldu kaymaklandı, banyo aldı paklandı, ütülü esvap giydi havalandı. İnadına sağ ayağını dışarı atmayarak kapıdan çıktı. Camii avlusunda yankılandı yanık bir ses;

- “Nesim…”

- “ Yeşimm?”

Yeşim, yeşili pürsak gözleri çakmak çakmak, uçarcasına gelip Nesim’in boynuna sarıldı. Öğretmenliği cevher işleme sanatı sayan Gevher öğretmenin dediği gibi ‘gözlerinden tanıdı’ Yeşim’i. Boyu posu, saçı başı epey değişmiş, endamı aynı sıcaklıkta kalmıştı. Bir şeyler söylemeye çabaladı, boğulacak oldu. Dili dimağı su gibi dört bir yanı hidrosfer. Koca gezegen, Ege, Alpunar altı ve üstü birleşik su kütlesi. Dört milyar yıllık dünya hidrosferi aşkla aktı içine. Su derya deniz yayıldı karalara, okyanuslar yeniden düzenledi kıtaları. İç kayması gerçekleşti dağlarda. Su gibiydi Yeşim. Diğer su kütlesi, dünyadan on iki milyar ışık yılı uzakta. Dünyanın yüz kırk trilyon katında. Buharlı kuasar, tam ortası çevresindekileri yutan bir büyük kara delik. Yeşim su gibi sarıyor Nesim’i.

Bir anda dünyası yıkılıyor. Kime niye bilmeden Yeşim’le beraber o da sessizce ağlıyor. Kendi haline çağlıyor sanki. Sonsuza göçmeden bir anlık da olsa Yeşim’e kavuşturan ölüme hayretle susuyor. Susuyor çünkü on yıllardan sonra şiveli kekeliyor. Salt kehribar kokulu Yeşim’i dinliyor…

- “Nesim, sen Öğretmen Okulu’ndayken enformasyonum iyiydi. Tanışlardan haberini alıyordum. Güneydoğu’ya gidince ilişkimiz hepten kesildi. Bittim. Öylece kaldım. Çaresiz kaldım. Babama da bir şey diyemedim. Okulum bitmeden ‘babamın sevdiği biriyle’ evlendim. Okulum, kızım oldu. Resim. Eşim epey erken öldü. Sen evlendin mi Nesim? Çocuk…”

- “Yok demek, çocuğun mu yok, eşin mi? Anlayamadım.”

- “Evv-lenme-dim ben Yeşim. Evlendi-iini ören-dim ama yine-dee sen-den başkası-yyla evlene-medim…”

- “Demek öyle… Eşim erken vefat edince, erken emekli oldum. Yakınlarına yerleştim. Hani babamlarla yaşamaya başladım dersem yanlış olmaz. Kızıma da baba oldu Öğretmen. Alpunar’daki bildiğim köylülerine hep seni sordum. Hakkında ayrıntılı bilgi edinemedim hiç. Haklılar, kızgınlar ketum davrandılar bana. Üniversite hocası olduğunu, yazarlığa başladığını öğrendim o kadar. Kitaplarını görüp aldım. Okudukça içim pır pır etti durmadan. Kitaplarında daima bizi aradım, bulamadım. Sözümü yuttum diye karşına da çıkamadım. Bak sözünü tutmuşsun. Babam evlen…”

- “Baa-ban, baba-mm tamam anla-dım ben. Olsun var-sın, giden gitti, öğretmenim bizi görüyordur şimdi. Mutludur mutlaka…”

Taziyeleri yan yana kabul ettiler. Tekrar tekrar birbirlerine sarıldılar. Had safhaya yayıldı robot gibi öğrenilen, en incelikli ayrıntılar. Yeşim, definden hemen sonra kabrin başında Nesim’in omzuna omzuna sarsıldı. Birbirinden ayrılmak istemeyenlerin iç heyecanıyla. Resim, onları resmetti aklının bir köşesine, hücrelerine nakşetti. Nesim teklemiyordu artık…

Aşk çölünü çalkalayan şiirsel devrim, aç bırakır fikirleri. Açlık sahrada vaha misali ‘aşam bazarı’ karmaşadır. Aşkı yarıda kesilenler iyi bilir Büyük Sahra’yı. Dokuz milyon kilometre karelik sıcak çölü. Antarktika ve Arktika'nın peşinden üçüncü çöl. Kara Afrika’nın üçte biri. Atlas Okyanusu'na dek uzandıkça kurak manzara kıyı ovalarına dönüşür. Kurak tropikal savan iklimi düşman savar. Eksen sapar, sahra musonu yön değiştirir. Çöle veya savan çayırlarına dönüşümlü kurulan barut kokulu saraylarda, yüksek tavanlı boş odalarda yalnız geceler aşıklar. Aşk büyür, meşk üşür. Sessiz süzülüşlü ürpertiler dolaşır damarları. Aşk dünyası mumyalanmış tuzaklarla donanır. Resim, bunları da resmeder tuvaline…

Yeşim ve Nesim on yıllardan sonra birbirlerini bulmuşlardı hem de bir ölümle. Yeni doğan bebekliğinde. Uydudan, uyarıcı saatlerde, denizin derinliğine parlak tırnaklarını saplayan anlardan, yüreğe kök salmış anılardan, ılıman meltemlerle salınan titrek yakamozlara dek konuştular saatlerce. Asla denize nankörlük etmeden, en komplike senfonik orkestrayla şarkı söyleyen Ege’nin değişik fonlarında. Duymayı ve doymayı bilenlere özgü, kâinatın sırlarını, kanaatin sınırlarını zorlayan özgünlükte. En bilindik, en sihirli, en duru, su gibi mavi en berrak şarkıların eşliğinde. Müjganı tanımayan, duyusal ve görsel körlerin tek kuple duyamayacağı tonda. Resim, sınırsız özgürlüğün akla dokunan ve eyleme dökülen alemci notalarını netleştirdi. Müzikal ahenkle şarkıya şarkı eyleyen Ege, asla ulak ve kurye aramadan sırça fanusundan çıkamayanlara cesaret sundu. Deniz mavisinden mavi atlasa uzanan enstrümantal dengeyi icra etti eski aşıklar. Buzdan kalpleri eritecek şarkılar söyledi mutlanan Deniz. Şarkılar susmadı salt kalp gözüyle görenlerin farkına varabileceği normda…

Bazen Nesim, bazen Yeşim fırsat yaratarak, fırsatı ganimet sayarak telefonla görüştüler, halleştiler. Aşıklar denizlerin ortak hafızasına yer etmiş ve aşk tüm çıplaklığıyla yaşanmalı üslubuyla kaynaştılar. Yıllardır söyleyemediklerini cepten çıkarıp, cepten gönderdiler. Akla düşeni anlatmaya, öğrenileni paylaşmaya yarıştılar. Ta ki Yeşim’in annesi meme kanserine yakalanıp vefat edinceye dek. Alpunar’da son görev için tekrar buluştular. Bu valideye son görev buluşması, yılların ayrılığını sonlandırdı. Başlangıç oldu. Kim ne der ne demez ne etem ne matem aldırmadan, ölümsüzlüğe yarımay vuran bir akşamüstü, aşk orucuna son verdiler. Alpunar’da bir bakla sofa, safa ile birbirlerinin oldular. Önce yalandan da olsa güneş battı yarımadaya. Kirlenmeyen yarım öykülerin insanları kuş misali, yerlerine yıldızlar doğdu. Hepsi sırf ikisini kucakladı...

Sevgiyle kucaklanan ten ve tine mıhlanan sol anahtarının nota aralıkları, hayata derman, hafızaya ferman yazar. Beste Ege güfte Egece. Yüksek enerji ve tükenmez nefesle, milyonlarca yıllık kurgunun kucağına sığındı Yeşim ile Nesim. En çetin coğrafyada çetin ceviz isyanla mevcut düzene ve düzensizliğe isyandı sarılışları. Magmadan fezaya, deniz dibinden arşa yansıyan, dokunulan her notası bir başka vurgundu. Dip vurgunu. Pikine dipine inat, antik disiplinle, doğal doku ihanetçilerine dokunan söylenceyi gerçek kıldılar. Zihinlerini uyaran isyan ve mücadele bezeli bilgesel ve belgesel bir yolculuktu çıktıkları. Duyanlara böyle de sevişmek mi olurmuş dedirten. Her aşk dokunuşu evrene işaret fişeği. Yeşim ve Nesim yıkılan birlik, bozulan dirlik ve altı oyulan aşk umudunu haykırdılar şarkılara. Elbette Yeşim’in alına yeşiline, Nesim’in nefsine nefesine özgü. Resim, olanları resmedemedi tarihe…

Sakız damlalı mağarada, iki kişi tarihi sessiz filmi üç boyutlu izleyince geç de olsa akıllanılır. Öylece beklenen Son, beklenmedik anda Dong eder. Millî park sınırlarındaki dev mağara ikilinin gençliğine evcilik oynama evi olur. Hani büyüklüğü ve yüksekliğini lazer ölçme cihazları bile ölçemez ya kilometrelerce bir evcik. Öyle bir ev ki balta girmemiş ormanın hemen kıyısında, gürültüyü ve rüzgâr uğultusunu sönümleyen bir mavi derinlik. Eskilerin yenilerin, yerlilerin yürüklerin ding gari girmeye cesaret edemediği türden bir büyük mağara…

- “Nesim, uzun yıllardan sonra dam boyu derinlikte, yolları, tünelleri, piramitleri ve bambaşka binaları olan büyük bir şehir keşfettirdin bana. Bir batık şehirde uyandım, taş piramitlerin, camdan yapılmış piramitlerin, sfenkslerin, heykellerin, birçok monolitik yapıların olduğu bir şehre. Aklıma yer eden görüntüleri Resim’e aktaracağım. Kayalara oyulmuş binaların duvarlarına kazınmış yazıtlarda, taşlardaki kabartmalarda yazacağın son kitabın izlerine dokundum. İşlik evinde yan yana dizili çerçevelerin her birinde tam olmamış aşkların ismi yazıyordu. Dert ziyafetine davet bitince, kıyı köşe şevk ziyafetini, şehvet zarafetini sen de gördüm…”

- “Yeşim, eninde sonunda kavuşacağımızdan zerre şüphe duymadım. Duyardım ölüm çiçeği dibine ölümü bırakır diye ama asla korkmadım. Ölmeden önce bir gün mutlaka dedim, ziftlenmedim. Köklerimde arandım ciddiyetle. Yaralı yüreğe kök salmışlıktan başkaca bir şey değildi ki aşk ummanı, umuda dalgalanan deniz. Yeraltı dereleri erezyonu yüzünden, çökük tavanlı evlerde yaşamaya geçilince anlaşıldı zaten kim tanrı, kim tanrıça. Tanrıçam sendin, her iç kabarmasına nazar ayeti kabartmalar sarkıttım. Gün olur okursun diye. Suya yazmadım ama hepsi suya gömüldüler…”

- “Ben Yeşim, bir içim su, bir yudum yurdum perisi. Sanki on dört bin yıl evvel suya batan efsanevi ‘Mu’ kıtasındanım. Muradına eremeyen, Antik Mısır ve Mezoamerikalıların ilk ataları soyundan. Soyundukça iddialardan gördüm, Mu’lar Türklerin de atası. Pek inanmasam da Pasifik’te popülarize edilmiş bu kavram, bu dramatik kuram. Kendimi iyi hissettiriyor bana. Bilirim, Lemurya'yı da Mu kıtasını da. Fiziksel açıdan olmuş olmaları mümkün değil, topu iddia. Bilimsellik ötesi. Eski yeni kıtada çam ormanlarına, sarp koylara saldırmış çam yarmalarının dillerinde on binlerce yıldır ayni dırdır; traverten kayalıklar barındıran kayıp kıtalar. Kayıp kıta kompleksi işte. Bir gün bu kayıp kıtadan bir su Tanrısı gelecek, kayıp Tanrıçasını bulacak diye severim. Geldin ya…”

- “Yeşim, ışılyalap ‘bir içim su’ perim, yakışır sana bir Platon hikâyesi. Bir ülke var; ‘Herkül Sütunları'nın ötesinde adı Atlantis. Hesap biraz karışık, Solon'dan dokuz bin yıl önce. Dokuz bine milat öncesinden beş yüz ekle, milat sonrası artı iki bin yedi işte o kadar yıl evvel doğdu deniz. Atina'yı fethedemeyince bir gecede okyanusa batan bir uygarlık Atlantis. Platon diyaloglarına gömülü, suya gömülü, karışık politik teorileri kolay anlatmak için yaratılmış, kayıp efsane ülke. Atlantis hikâyesinin ne kadarının gerçeklerden derlenip derlenmediğini kim tartışabilir ki. Ya bir yanardağ patlamasıyla veya Truva Savaşı'yla sulara gömüldüyse. Ya Atlantis'in Mu kıtasının bir kolonisi olduğu iddiası. Sümer yazıtlarına giren Noh Tufanı. Bu efsane uygarlıklar dinlerin kökenlerine iner ve hakkından gelir. Tibet'te bir manastırda on beş bin yıl önce yazılmış belgelere dayandırılan tufanlar, suya kaybedilenler de ‘Bir Gülücük Nirvana’ ya da girer. Yeşim sen de okursun…”

- “Yaa demek bizi de yazacaksın, öyle mi? Nasıl, bak merak ettim şimdi. Serin gel huzuruma, derin gel. Anlat…”

- “Sana kavuşmadan veya ebediyen kaybetmeden yazmak istemedim. Yarım kalsın istemedim hiçbir şey. Ege efsanelerini dillendirdiğim ‘Nirvananın Gölgesinde Karmapolitan’ adını verdiğim bir kitap dosyam var. Bugüne ve düne özgü canlı-gerçek öykülerle bezeli. Öğretmen babamın vefatına kadar hesapta yoktun. Ama kavuştuk Yeşim, şimdi düşünüyorum…”

- “Vay Nesim vay. Buz tutmuş gönlümde, Olimpos tanrıları ve tanrıçalarından ateşi çalan Prometheus’umsun sen. Prom, buzulları methet gitsin. Okyanuslardan sonra dünyanın ikinci büyük su kütlesi ve en büyük tatlı su deposu buzullar. Yeraltı yerüstü tatlı suların neredeyse tamamı. Ateşine yandığım, istemek, arzulamak, meyillenmek üzerine kurulu bir saltanat buzullar. Yıllar yılı aşkı susamak ne demek, aşkımızı suya sele kat. Kamp ateşini yak…”

- “Âşık olunur elbet huya suya Krassula’cım. Ecem, kraliçem. Eski bir kuyudan çekilen, bir kova suda parlar rengârenk balıklar. Başlı başına hayattır içi dışına çekilen kuyular. Deniz hem yüz ve yıkan tadında hem doyasıya değil azıcık iç tadındadır. Aşkla varılır huzura, karpuz çatlatan içilir doyasıya. Bilgilenmektir işin özü…”

- “Sevgili Nesim, nesin sen? Aklını yoran olaysak eğer bizi ‘Nirvana Üçlemesi’ne kat. Kitaba girenleri çoğalt. Ölüm şerbetini içmeden, içine içine ağlama kayan yıldızlara boşalt hevesini. Bir gün bir başına gülücüklerle gel mezar taşıma. Basılmışından ‘oku, oku, oku’ bizi. Ben okursam zorlanırım belki ama sen okursan gayet iyi anlarım.”

- “Alla’sen sus Yeşim. Bal çanağı ağzından yel alsın. Sevgili Yeşim, yeşil gözlerin göç göçerten, bakışların ‘Bir Gülücük Nirvana’ aldatmacası zaten. Sözlerinle yaralama şu yürük yetimi.”

- “Demek böyle başlayacak, daha netleştirmediğin belli ama düşüncede hazırın vardır senin. Varsa okusana biraz…”

- “Öyle bir Deniz ki Ege, Yeşim taşım sensizliği alır benden yakar. Su da yanar. Bensizliği alır tuzla yunar. Su da ağlar. Sonu açık yarım aşkların, altı cehennem üstü cennettir, yarı sıcak yarı soğuktur, üzeri alev dibi aysbergdir. Dorukları buz kütlesi, dondurur, buzuldan gönülleri yarım aşk tutuşturur. Bir günlük nirvana erişimidir, er veya dişi kıvamında esnek kıvranışların özü. Bir sevecen gülücükle, iki evecen yeşil gözle başlar hikâye…”

- “Bravo Nesim, öykü başladı. Girdi yola. Birlikteliğimizi de yaz gönlünce. Serbestsin. Ben yazmaktan pek anlamam ya iyi okurum, iyi dinlerim, benim akademik kariyerim de bu n’aparsın. Katkım bu kadar sana. Hadi devam et durma, beynim şoklandı valla.”

- “Okuyorum bak… Yeşim ‘Kürk mantolu’ ölü cereyana çarpılmışçasına sessiz bedenim. Öp bakalım zevkten titreyen sensiz avurtlarımı. Aklına ilk geleni bırak avuçlarıma. Zevkten titreyen nefesin hayat çizgimi arşınlıyor. Ruhumdan uzaklaştıramadığım sıcak rüzgarlar bilgiç bilgiç esiyor. Aşkına esirliğim, uzaklardan kopup gelen sevgiyi harmanlıyor. Yapışmak var ya şimdi uzuvlarıma uladığın umuda neden ise olmuyor. İpek yumuşaklığında kayıyorsun avuçlarımdan. Soluğun üstümde dolaşan vardiyalı emekçi. Bir türlü kovalayamadığımsın uykulu ve yorgun. Mesai saati dışında aklıma çakılan kadeh kadeh sen. Silme dibe çöküyorum. Yakut taşlı koca aşklar bocaladı, kocadı ve gitti avuçlarımdan. Yeşim bakışlım; ‘Ben gamlı hazan, sen ise bahar’ her dem taze baharsın. Zorlama aşklardan bunalmış loş locada, her türlü ayrılmaları yaşadığımda bile sırf seni özlediğimi anladım. Düşlerdeki titrek soluğun, aynılık hüznü yaşattıkça sıcak rüzgarlara, zevkten eridim avuçlarında. Yıllarca döşeğimde yeşeriverdi kırık dalgalı anılar. Bir kurnaz çıplaklık vardı boy aynasının ön yüzünde. Şimdi kadife yumuşaklığında yakıyorsun avuçlarımı. Lavanta kokan tenin tenime basılı. Bastırılamaz duygular duayeniyim, ‘Olmaz meleğim, Böyle bir aşk, bende vakit geç…’ Evet pek geciktim altın tozuna yatırılmış aşklar, pul pul hazineler, zevk rüzgarına kapılmalar, olmaz. Yerden göğe bambaşka dünyalar, öte dünya olmaz…”

- “Neden olmasın, pek ala olur. Nesim bak, sıcak sıcak, azar azar azaldın sen aşka. On yıllarca. Sevmeden, sevilmeler denedin büyük yalnızlığına. Şimdi bana ve sana, çoğalma vakti. Benimle çoğal, yıllanmış aşkla. Yüzüme dön yüzünü korkma, öp üst dudağımdan, yüzümde biriken hazzı iç yüz binlerce doyasıya…”

- “Yeşim, gece yarısı hikayesi olacak bu sanki. İçimden geçenler, bütün bir ömür durduramadığım duygusal resmi geçit. Hızla kendimden geçip hemen yarın gelsem, hayat hikayem koltuğumda desem, hayatına katar mısın anlatılarımı. Şehrazat sensin ama Şehriyar gibi bütün gece, gecelerce beni dinler misin? Dudağında gök kırmızısı serinliğiyle ‘bir gülücük nirvana’ hikayemi sek susuz içer misin benimle. Benle sabahın köründe, ışıldamayı ister misin?”

- “İsterim elbet bak şöyle yapalım Nesim. Yap yani. Sen yaz hikayeni. Gerisi bende. Hani otobiyografik kitaplar vardır ya, ortasında ve sonunda aile veya silsile fotoğrafları koyulmuş bu onlar gibi olsun. Kitabını tamamladığında, tam ‘Bir gülücük Nirvana’ hikâyenin başına veya sonuna denk gelecek biçimde resimler koy. Kızım Resim, biliyorsun ressam sen yaz o resimlesin. Antik atmosferli çeşitlemelerin özünde aşkımız olsun ama sonu mutlu bitsin. Resimlerle kavuşalım yani. Ege’nin tarihi kalıntılarında veya antik eserlerle yan yana gençlik resimlerimizi çizsin Resim. Böyle fotoğrafların varsa cepten gönder. Resim, siyah beyaz, renkli renksiz poz poz çizsin. Alt yazısız. Ben o çizdikçe sana dönerim. Beğendiğini koyarsın bi düşün bakalım, düş gülüm…”

- “Yeşim, düşünmek ne alem. Sen olur deyiver olsun. Zaten Nesim dediğin, çelimsiz bir kızancık. Neslişahım, aslım neslim Yeşim’im, bu toyboyu efelendiren yerli yerine getiren büyük aşk. Sensin. Varı variyeti, kollarında kıyamadığı hikayeleri ve aklındakiler olan bir çulsuza cansın sen. Şimdi düş çalan akşam sağanağında, meşru olsun olmasın bu yürük yetime gelir misin? Hikâyenin geçtiği yere. Seyri zor, eksik yaşanmış aşkın şehrine. Gelirsen gözlerinin sahici yeşilinden öpmek isterim…”

- “Nesim ben de gelirim, sen de gelirsin. Kime ne, hayat bize. Kalan ömür artık ne kadar ise yalnız bizim. İkimiz de alacaklıyız hayattan. Unutma yazın Adaburun’dayım. Öğretmen babanın yazlığında. İzin günlerini şimdiden ayarla, kalırız yaz boyu beraber. Resim, arada bir uğruyor, can yoldaşı oluruz birbirimize. Burada yerel ve ulusal iki kitap fuarı yapılıyor. Bir ay bu imza günlerine katılırsın. Sen bana ben sana katılırız gari. Ömrümce ‘atem tutem ben seni’ gendime gatem ben seni diye avundum. Unutma daha seninle Alpunar’da bıraktığımız gözleri yaşlı çocukluğumuz var. Yaslı gençliğimiz var, şenlikli orta yaşlılığımız var. Daha onlar yaşanacak. Daha sahili, sokakları, dağları, tepeleri, kuytuları gezeceğiz kol kola. Akırbaları, akbabaları tınmadan pusatsız, çil çılbak denize gireceğiz saklı koylarda. Saklanma çık ortaya…”

Göynüklerin yüreğine garankı vurduğundan, yarına hasretlik gocuman olur. Ama akideşini bulunca hayat dolar ciğere. Yarenler, dik uçlarda, pik burçlarda, dip çukurlarda hususi soluklanır. Hiçbir şeyin eskisi gibi kalmadığını bile bile ölüm gününe dek, hayata dair ne varsa yaşanır. Mutluluk istiflenir. Tek gaye tarihe not düşmektir. Mesele düşle gerçeği öpüştürmek, ılım ışık gecelerde kayıp yıldızlarla sıkı sıkıya örtünmektir. Tümden sanrılar diyarına açılmak, her acılı anı en öteye, her sancılı rüyayı en nihai noktaya vardırmak, kutsal yolculuk tasarımıdır. Ancak artık yaşanmaza serpilmiş şaşırtıcı anlar, harap mekanları dolaşan akranları bile ürpertir. Düş adasının düşüş yakasında, bilinçdışı öğretilerin gizemi cansiperane aranır. Yaratıcı hazzı, hazineyi tam bulacakken kaybolur. Yeşim, varoluşu kendini şimdilik ‘Bir Gülücük Nirvana’ öyküsüne adayan Nesim’de buldu. Bir gün yüreği titreyerek ‘Nirvananın Gölgesinde Karmapolitan’ın içinde kaybolan Nesim’i kısacık çaldırdı. Bi daha aradı uzunca. Bi dahakini daha uzun tuttu ve Nesim açana kadar bekledi. Peşpeşe iki cümle sarfetti, aniden kapattı.

- “Nesim, Goley değil biliyom ama bitti mi kitap, peki öykümüz? Gaari taslak maslak deme, kısa zamanda okumak istiyom…”

Nesim, konuyu anlamaya çalışırken, bir kez daha çaldı telefonu. Sesi bu sefer ağlamaklıydı. Mutlu desen mutluydu ama sanki değil gibiydi. Bir şeyler vardı anlatamadığı. Vardı. Birden açıldı pus, sus pus kalma pahasına dalgan vurdu dünyayı...

- “Gadeş, ben kanser oluvermişim. Akciğer kanseri. Bir haftadır hastanedeydim. Arayamadım seni kusura bakma…”

- “Ne kusuru canım sevgilim. Kusurlu kusursuz işleyen şu gudubet dünya kusurlu. Garpızı gabak dünya. Yeşim taşım, sen yürekli kızsın. Yapayalnız neler atlattın. Irlanmak sana yaraşmaz. Ezersin bunu da elbet. Hem şimdi birlikteyiz. Azraili yeneceksin ve Alpunar falezinde gezineceğiz…”

- “Gezeriz gezmesine de bunlar çoktan gezmiş dolaşmış derler, iliman gafalar. Lafı dolandırmadan yaz, yarın veya yarından yakın anlat bütün herkese, bilsinler hayat hikayemizi. Yarım kalmış yarenliğimizi. Yürek çarpıntısı artıyor yüreğimde, ciğer desen zaten bitik. Derin soluklanmalarımda bir garip yorgunluk. Oysa ne fetihler gördü bu yeşil gözler, ne fayda gösen, dar zamanlı misafirliğe durdu ömrüm ösen. Bu yolcu geç de olsa azıcık baştacı edilecek ve kısa zamanda en özel odada inzivaya çekilecek. Geceden kalma pas ağzımı buruştururken kollarımda bi acayip bıkkınlık. Uyumuşçasına ağzım açık ve dizlerim titriyor yeni toy aşık gibi. Buragidi yaşattıkların için hiç hak etmesem de çok teşekkürler. Böle ‘rüzgaa gibi geçti’ istemem. Sen son bi ‘klark’ çekmeden ben ölmem…”

- “Yok öyle deme. Ne ölmesiymiş. Uzun yıllarca her daraldığımda resmin belirirdi önümde. Ardımdan zoraki sevişmelerin yürek çarpıntıları çağırırdı. Dönmezdim geri, sapmazdım yolumdan. Oysa daima yokluyordu yüreğimi buyurgan soluklanmalar ve acayip keskin bir sızı. Yani benim sıram, sakın ola kaynak yapma. Aklım havada zaten yüreğim düştü düşecek. Ne kıytırık iktidarlar gördü bu deştire gözler ne hedefsiz aşklar. Hedeftekim sadece sendin. Nasıl da özlemişim meğer, ne de bekledim seni. Gidemezsin.” 

Nesim gitti hastanede Yeşim’e günlerce refakatçı oldu. Moral oldu. Can oldu. Canan oldu. Her anlamda çekinmesiz tanıştılar. Çekincesiz aynı somyada ‘bacı gadeş gavilleşdiler’. Kemo radyo, uzun ve zehirli terapilerden sonra eve çıktılar. Maruz kaldığı metastaza rağmen Yeşim, bir gün kendini iyi hissettiğini söyledi.

- “Birkaç günlüğüne Alpunar’a gidip dinlen Nesim. Esi nesi yok, ‘ciğerim Aydın hastanesinde çürüdü’ benim. Adıma lazım gelen hazırlıkları da yap. Dabanca gibi git pambık gibi gel. Yarın öbür gün gelirsin, ya da gelmeden ara beni. Belki ben de gelirim. Son yakın, sona yakın, içimizde kalanları yaparız ağız tadıyla. Bu aralık, bak sölüyom ‘Resim artık senin’ kızın. Sana emanetimdir unutma. Vasiyetim deyon, gerisini sona örenirsin…”

Nesim, sevdiceğine geri dönmek için hazırlık yapıyordu. Onu sevindirecek, mutlu edecek özel yerel ne varsa valizine dolduruyordu. Yayımlanan yeni kitabından iki tane koydu. Sürpriz yapacaktı Yeşim’e ve Resim’e. Yeşim’in gelmeden önce telefon edersin dediğini anımsadı. Çaldı, çaldı, çaldı geç açıldı telefonu…

- “Ben Yeşim’in kızı ressam Resim. Annem dayanamadı daha fazla. Kendisi dün sonsuzluğa uçtu. Sizi arayacaktım ben de. Yarın öğlen Alpunar’dan uğurlayacağız…”

 Uğurlar ola Yeşim taşı. Doğada nadir bulunan, küçük parçalar halinde var olan değerli taşların sultanı, uğurlar olsun. Nefret dünyasına nefrit balansı, esenlikle gidesin. El yürek ısındıran, güçlü hissettiren, Yeşim ocağı, yolun açık olsun. Sert ama kırılgan yapılı, duygusallıkta dengeyi, çakraları en uç noktayı yaşayan Yeşim uğurlar ola, uğurlar olsun…

       - “Anlayacaksın sen de Yeşim gözlüm, yalnızlaştıkça insan hiç alakasız birileri zenginler. Arsayı kapar, parsayı toplar ve bal tokmak yaşar. Ama ‘gözlerden öç alır her şiirsel aşk’. Elbette aşkım deyiverince başlar, eşi benzeri ucu bucağı yoktur sanılan ateşten ummana ulaş. Aşkım, narlı ve de harlı uykudur ölüm. Aşk-la uyu aşk denizinde. Işıklarda uyu…”

      Yeşim, önünde sonunda Nesim’e eş olacağını bile bile okudu ve bu umutla yaşadı. Nesim, öğretmen olursam Öğretmenim Yeşim’i kesin bana verir diye okudu. Hiç durmadan derslerini çalıştı. Okuyup öğretmen olacağı, öğretmeninin kızıyla evleneceği umuduna yapıştı. Yeşim çıkmamacasına aklına yer etti. Öğretmen oldu ama yıllanmış yârini, en mutluyken yel aldı götürdü Nesim’in aklını sel aldı götürdü. Adının anlamından nefret etti. Ertesi gün Alpunar merkez mezarlığına, öğretmen babanın kabri yanına sadece onu değil kalan umutlarını da gömdü. Kendini de aynı mezara gömecekti ama Resim. Resim hıçkırık hıçkırık omzuna gömüldü. Nesim, ölmekten vaz geçti…

- “Yeşim, sevgilim diyebilirim gari. Seni seviyom da demedim hiç, seni çok seviyom. Sevgilim, ‘Nirvananın Gölgesinde Karmapolitan” kitabımı başucuna bırakıyom. Ben gelesiye değin okursun. Resim’e, senin başka resimlerini çizmesini rica edicem. İkinci baskıya ekliyecem. Ben ölesiye, annacına yatasıya bakarsın…”

- “Nesim, yalandan olmayan ama yarım kalan aşk öykülerine özgün aşk güzelliği ve unutulmaz sürprizli geri dönüşler katanlara selamlarımı ilet. Onlara selam olsun…”

 

 

 

            

YİNE YER SARSILDI, ZATEN YER GÖK BETON…

  YİNE YER SARSILDI, ZATEN YER GÖK BETON…     Yine yer sarsıldı, Silivri açık denizinde altı nokta iki. Eyvah ki eyvah, zaten yer gök ...