BİR
GÜLÜCÜK NİRVANA
Yalandan olmayan, yarım kalan öyküler var özgün ve
şaşırtıcı. Aşkın güzelliği ve dönemsel sürprizler, geri çok geri dönüşler
damgasını vurur hikâyeye. Bu ileri geri düzeneğinde, tarihi çatışmalar, gizemli
çalkantılar ve kuşak farkı atışmaları çok renkli ve ilginç olaylar yaratır. Betikler,
betimlemeler, çeşitli adetler ve çapraşık görenekler felaketleri besler. İçiçe
geçmiş tüm öyküler, kıvrak, akıcı ve akıllı, yalız, yalın ve yalımlı bir
üslupla bizzat yaşanır. Gerçek hikayeler, usçu dil taktiğiyle, usta işi kurguyla
yarım kalmaz. Sonu yalandan da olsa biter…
Ege destekli bir metaforda yeşeren Yeşim,
bu hikâyede unutulmaz asla unutulamaz biricik sevgili. Eflatuni bir aşkın efsunkar
kahramanı. Tüm yolları palaz paldıraz denize çıkan yazlık kasaba ‘Alpunar’ın
tek ortaokulunda, bir kutlu öğretmen kızı. Nesim, Alpunar’a gelik, çımkı gibi bir
‘yürük’ yetim. Yaylak kışlak hayatı bobacığı ölüverince bitmiş garibin. Anacığıyla,
bir bakla sofa alacıkta kala kalmışlar. Yürük işi, gücük akıl işte yayla
dönüşleri geciktiğinden, anca anası bastırınca mektebe yollanırmış. Zaten
akranlarından iki yaş geç başlamış mektebe. Nesim sınıfa utanarak girmiş ama utanmadığı
kişi Yeşim olmuş. Yeşil yalpak bakan ruh eşini bulmuş, içsel uyum nirvanasını
yakalamış sınıf ortası…
Aşkın merkezine çöreklenen
metabolizma, sanki meteor yanılması yaşatır ölümüne. Bedenleri ‘ikiz alev’
yalar, kalpler kuşatılır. Kuru kuşkular daima kölelikten yanılsamalarla birleşir.
Kulatözü ‘yürüklük’ kaybetme hissini yüreğe oturtur. Ufecik fesfeseler ve uyumsuz
ruh eşi evreni hareketlendirir. Zordan iyiye geçişte doğan aldatmacalar dışındaki
her şey, aşkın kutsanmışlığıdır. Başta denizi sevmek ve dalgalanma arzusu işlenmemiş
elmas gibi eklenir faleze. Ve sahici övgülere kapılır aşıklar. Yürük illerindeki
kölge arayıcıları, diyardan diyara dağılan, denizin Egeye özgü söylediği gülünç
aryaları dillendirir. Derinden duyulan aşk nakaratları sapsız sapansız öylece
iki arada üretilmiş, bir derede tüketilmiş, söz temsili uydurulmuş değildir. Her
biri önceden belirlenmemiş ama kalpten benimsenmiş ve özel bir yöntemle aklın
karmaşasından kurtulmuş gibidir. Sözgelimi aşkın varlığından habersiz, kara düzen
vurulur mızrap. Tellere özenle yaklaşılır. Aşkın kahramanının kabiliyetine göre
biçimlenir binlerce yıllık özlemler. Yine de en riyasız ve en doğal aşk
hikayeleri en baştan ta öte başa benzer yaşanır.
Yeşim’in yeşil gözleri göç şiiri
yalnızlaşması. Nesim’i rahatlatan, gönül göçerten o bakışlar ‘Bir Gülücük
Nirvana’ aldatmacası. Yetim Nesim, aşkı nerden bilsin, yüreğinin inceden sızıya
yakalandığını bilir ama. Şıpbıdak annına yazılanları kara yazgısı beller. Değil
mi hemencek aklı şaşmış, kalbi şarşar atmıştır. Bir kere sırlı sürahi
çatlamıştır. Sıvışır anacına, n’olcek çoluk çomak aklı işte;
- “Ana, ben büyüyünce, öğretmenimin
gızı Yeşim’le evlencem. Yeşim benim eşim olcek. Sana sarı gelin. Sen de varıp isteycen,
Alla’n emriyle. Bak ne deyom, duymadım deme, hazırlıını şindiden yap. Hemen
ikindiden başla zaman çabuk geçiveriyo…”
- “Biyol du bakem sen, fakır fıçısı
seni. Bak sen. Toy toşuk seni, bizim sırça asarımız, bi gıyıdan para başarımız
mı vaa ki şaddak gidem. Dul yürük bi gadınım ben. Hemide daha epey vakit vaa evlenmene,
okucen ya sen. Okucen. Ünleme ööle gaşımda, aranıpduru belasını şu kıçıçıplak. Benden
bulma yürü git. Sen bıdışık gal şindicik. Fazla cırlaklama. Niydipdurun okulda
ööle ganere seni. Savul deli efe savul, gokma düğününde vurur davul. Zangadak duyuluusa
gıza da yazık, öretmene de mükkem ayıp. Durduk yere, nerden çıkıverdi bu
evlenme, anlat bakem işin aslını faslını.”
- “Ana,
aynı sınıftayız ya biz. Ama benimle oturmuyo. Bi sıra önde bi gızlan. Ama tenefüsleede
hep beraberiz. Bazen oturuyoz gonuşuyoz, beşlik bozuyoz. Bazen oynuyoz. Top
depikliyoz. Çok seviyoz birbirimizi. Bana ‘büyüyünce benimle evlenir misin, evlenelim
mi? deyiveedi. Evet deyiveedim. Söz sözdür ana, serden geçili sözden geçilmez.”
- “Ey gidi Yürük Ali Efe’nin dizi
dibinden ayrılmaz oğul. Demek bu gız sene, gıymatı sakızlı kanfil. Firil firil
karamanlık destanlarıyla büyüyen Çalıkakıcı değilmin sen? Len bizim oğlan neyine
güveniisin? Efelik eskiden. Hunu bak gaari, ırahatlık ırak bana. Goskoca
öretmen, bizim gibi bir garaltı yürüğe toy-tellal gız verii mi? Ellerin gızları
mı bitti. Olmaz balım, bu iş de olmaz çalım. Çırpınma boşuna, oluru yok yalım.”
- “Güzel
anam, yaz gış ocak başında ekşi maya somun pişiren anam. Oklageç erbabı anam. Çırası
yağlı çam odununun dumanı geçimimiz anam. Yüzü ateşte kızaran gızanam, kızma
yüreğine ateş düşen pepi ufulağına. Bak odayı ıtır doldurmuş. Tırlatacam gel
etme, büyüğümsün yegâne varlığımsın beni gırma. Yeşim’e ulaşmamın hiç mi mümkünü
yok.”
- “Madem öle mıy mıy etme, söz
verdin demek söz yemek olmaz. Daha çok lüzger harman döver. Ayağa çarık
gatmadan gaçış yürüğe yakışmaz. Vakti gelende öretmene varam varmasına ya
n’edem de varam. Du bakem bi cırnak atem ınnacık, sen de bi kutlusi öğretmen
ol, eşiti dengi olalım gari. Şööle yüzümüz olsun, gaydamız olsun. Gider isteriz
o zaman gorkmadan. Sıkma canını. Oku çok oku emi, öretmen ol gel. Çık gaaşıma,
çıkıverelim gaaşılarına. Alırız gızımızı golaylıkla…”
Ağırdan ağır başlayan hikâye, hafiften
hızlanır. Olaylar devre bağlı dolaylı değişir. Bazen apar topar ana şema
zıddına gelişir. Zorlukla kurulan cümleler, yumuşak tat bırakmasa da hak eder hikâyeyi.
İnceliğin ve yaratıcılığın paldımsız konukluğunda, konar göçer Nesim n’etsin. Bidenecik
anasının aklıyla uçtu Yeşim’e. Zerre teklemedi hatta o gün son, ömrünce hiç
kekelemedi bi daha.
- “Okuyup öğretmen olacam Yeşim. Olunca
da gelip öğretmenimden seni isteyecem. Seninle evlenecem.”
- “Nesim, ben de senden başkasıyla
evlenmeyeceğim. Gelmeni bekleyeceğim. Sıkı çalış derslerine, madem öğretmen
olacaksın…”
Yürek acıtan öyküler, gece yarısı
sonrası sokağa çıkmanın yasak günlerinden kalma. Yasak kaçak yoğun tempolu,
bomboş caddeler gizliden turlanır. Kulak çınlatır, yarım kalan öyküler. Zaman mekân
ayıracı altın tozları bulaştırır yüzlere. Hayattan kelebeksi ayrılmalarla, geç
kalınmış ayılmalarla tamamlanır hikayeler.
Alpunar’ın merkezi, denize açılan
sokakları, sahil şeridinde bugün acımasızca talan edilen yeşil alanları, iki
bin beş yüz yıl evvel, denize dahildi. Ege’nin bildik, ziraat cenneti ovaları henüz
oluşmamıştı. Boğazlar henüz yarılmamıştı, Marmara devasa bir göldü. Nice
kentler su altındaydı, nicesi kocaman bir adanın kıvrımlı uçlarıydı. İç
kesimlerin bile mutlaka denize kıyısı vardı. Efes deniz şehriydi, tıpkı Yılancı
Burnu’ndaki Neopolis gibi. Deniz yüzlerce yıl içinde karadan çekildi. Su altına
gizli dağlar, yaylalar, ovaların ortaya çıkmasıyla yerleşik yaşam kolaylaştı. Medeniyet
arttı. Yeni site şehirler kuruldu, Alpunar gibi…
Bin yıldan beri buradaki kadim
kültürün evlatları yürükler, varı yoğu zeytin toplar ve sıkar. Yağını
hayvanlara yükler, patika yollardan şehir pazarlarına
götürür. Patika yollar karanlık, bir yanı uçurum diğer yanı kayalık. Yağ
testileri topraktan. Tatlı sert darbeyle seramik çatlar, zeytinyağı yabana akar.
Fire artar, zarar çoğalır. Kayba çareler aranır. Ve keşfedilir hayvan
derisinden tulumlar.
Fıstık çamı kozalaklarıyla tulumlar,
deri kahverengiye dönüşünceye kadar zımparalandı. Tulum istenilen kıvama gelince
içine zeytin yağı, et, süt, peynir doldurup pazarlara yollandı. Yollar tarihi
kuşatan kurtuluş sürecine dek uzandı. Düşman yolları kesti, tercihler tutarlı
tutarsız prangalandı. Ege'yi gören kesme taş duvarlarda, marjinal kimliksizlik
tırmandırıldı. Fırsattan istifade palazlanan aşırı fesatlık, aşkın fetbazlık,
pik yapmış iğreti kompleksler ve fenalığın komplesi kapkara köşelere sindi.
Üstelik imparatoryal korku ve kaybetme telaşı özgüveni kemirdi. Güven kaybıyla
ayağa düşen düşler derya deniz dağıldı. Yine de Ege, ‘müjganla ben ağlarız’
kıvamında ve deniz dilinde şarkılar söyledi.
Cam fanusu çatlattı tarihi şarkılar,
sahile vuran ışıklar. Yüzyıl önce Balkanlar’da fitillendi ateş. Vaktiyle
dinlerin, dillerin, milletlerin ve kavimlerin sentezi, yüzyılların ihtişamlı
imparatorluğu yorulmuştu. İslam’ın, adaletin ve zenginliğin timsali yaşlı
imparatorluk, dört kıta coğrafyasına yayılmış topraklarını koruması, elinde tutabilmesi
iyice zorlaştı. Dünyaya hâkim olma heveslisi emperyalist Avrupa, petrol
fışkıran topraklara çökme derdindeydi. Petrol yollarına Ottomanlar sahipti. Ottomanlı
öncelikle Balkanlar, özellikle Kuzey Afrika, sonra Arabistan Yarımadası ve
Kafkaslardan sürülmeliydi. Kocamış imparatorluk zaten gelişen dünyayı takip
edemiyor, medenileşme çabası ve girişimleri sonuçsuz kalıyordu. Yani çöküş
başlamış, ne çare durdurulamıyordu. Vaktiyle Kızıl Sultan’da epey işlerine
yaramıştı. Şimdi tek hamle yeterdi...
Hasta adam; Balkanlarda Rumen,
Arnavut, Makedon, Sırp, Hırvat, Bulgar ve Yunan mikro milliyetçi çetelere
gereğince direnemedi. İlk kopmalar başladı. Balkanlar ateş topuna dönüştü. Ateş
İstanbul’a İzmir’e, Ege’ye Anadolu’ya, hâkimiyet altındaki topraklara ve petrol
deryası Arap topraklarına yuvarlanıverdi. Alevler dört bir yana sıçradı. Felaketi
fırsat görenler her yeri kuşattı. Kısa zamanda koskoca imparatorluk parçalandı,
paylaşıldı.
Zümrüd-ü Anka, yüzyıl başından
itibaren küllerinden doğdu. Yeni yollar açıldı, demiryolları döşendi, tarlaya traktörler
girdi. Küçük büyük üretim çiftlikleri kuruldu. Ardı sıra fabrikalar açıldı.
Yokluğa mapıslar maaşa bağlanıldı. Zeytinler irili ufaklı fabrikalara taşındı.
Harcanan emek karşılığı ücretle tanışıldı. Alpunar’da yılların geleneği siyim
siyim sürdürüldü. Zeytin değirmen taşlarıyla ezildi. Kadınlar ahşap teknelerde ‘ayak
yağı’ çıkardı. Yağ tasına ilaç niyetine, sıcak bazlama banıldı…
Baharın her derde deva bu ilaç günlerinde,
kutlu öğretmen Alpullu’ya sürüldüğü gibi usandırılmak veya uslandırılmak
gayesiyle Ege’nin bir başka diyarına atandı. Bu metazori göçü duyunca Yeşim’i
kaybedeceğim endişesiyle sarsıldı Nesim. Tam da öğretmen okulu sınavına girecekken
müracaat süresini geçirdi. Açıkta kaldı. Anası yattı kalktı vayvaraya başladı.
- “Macur torunu muhtaçlığı benimki.
Evhamlaa öldürüyo aşkı. Yolunu saptırıyo sevdalıların. Ayrılıklaa yiyip
bitiriyo sadelii. Farzet duyumlar yalan yine de mübadil, tel örgü görünce
sınırsız bir sahipleniş ısırır canını. Nesim sorma niye öyle mataf matrag hikâye
sanma. Ben gendi topraamda, memeletsiz işgal tafrası gördüm. Şimdi al pullu
gelincik tarlasında çıplak ayaklıyım. Canana papatya falları açsam da gök tavandan
sarkan karayere ulaşamam bi daa. Uykumda uydurma göçlerle tellenir aklım. Sakın
cigara içme emi ırıpçı. Takanı dımbıltını zapt eden çakır yıldızın gözleenden öpem.
Ben ‘dokuz dağın efesi Çakırcalı’ ile Iraz ana çakıcılarından bi yürüğe vaadım,
valla özledim macurluğumu. Biyo bu duygulaa tuvaf ama çok güzel oluu. Bilirim.
Bak baken, sana deyon çavur ol unutma. Unutmayasın.
Gün gelii gerçeklee açık sırtından öpee…”
Nesim’in Anacığı, yürük babası
öleli beri Alpunar’a yakın kasabada Numune Çiftliği çalışanıydı. Orada okula
yazdırıldı. Durmaksızın, delice derse verdi kendini. Nesim, iftihar
listesindeydi her dönem. Bu arada öğretmeninin tayini, Ege’nin en büyük kentine
çıkmıştı. Yeşim’i ardı sıra tayinlerde takip ettikçe göçerlik ruhuna karıştı,
yürüklük kanına karıştı. Tayın uğruna göçerlik, ‘karlı kayın’ çıkmazında kolay geçiştirilemez
gecelerde aklına ilişti. Tekrar tekrar çekmeceli raflara doldurdu zihnini.
Yalansız hilafsız yarım kalan öyküsünü tamamlayandı, yarım ayda kızaran her
öykücük. Hava kararırken anılar içinde kıpraşır, aklı kurur, kusursuz kurguya
odaklanırdı. Sevinç ünlemleriyle, ünsüz şifrelerle ifritlenir, küçük öyküler başladığı
yerde biterdi kusursuzca. Bitmeye yakın narsız nursuz kurgu pas geçilir, geniş zamana
yayılırdı olaylar. Hep en başa dönülürdü sanki. Kaç zaman geçer, ömrün yazı kış
olurdu ama hep çocuk kalınırdı. İçindeki çocukla oyalanır ve onun Alla’na kadar
öğrenmesini desteklerdi Nesim. Bu süreçte, sürekli kendi kendine söz verdi…
- “Öğretmen olayım, nasılsa
göçtükleri her neresiyse bulurum öğretmenimi. İsteriz Yeşim’i. Evleniriz
hemen.”
Nesim’in gelişim savaşı ön cephede
sürüyordu. Cephe gerisinde ise içini sızlatan veya için için ısıtan Alpunar
ziyaretleriydi. Aklını hafifleten, güçlenme hissi veren, diğer sarıp sarmalamaları
yetersiz kılan, yükselen gençliğe ilişkin hırçın dalgalanmalar yaşadığı yerdi
Alpunar. Ayrıca yakın arkadaşlarıyla ‘Adaburun’ çıkarmalarında denize çivileme
dalınca anladı, sabırlı olma şarttı. Buzdağını eriten ipek böceği gibi ilmek
ilmek örülen taze aşk ve cömert güzellik kuşatırdı bedenini. Bütün takım adalara
azar azar azgın öyküler vurur, uyuturdu övgüleri. Yani göçlerle öç alıyordu
yazısızlık, yarınsızlık. Yazgı diyerek zenginleştikçe birileri, kavim kardeş fakirleşiyor,
el oluyor, işler karışıyordu. Nesim, Kavimler Göçü’nü öğrendi. Yürük gibi yürüdü
tarihin loş koridorlarında…
Avrupa, milat sonrası sekizyüzlü
yıllara dek, iki dönem beşyüz yıl, şiddetli göçlere sahne
oldu. İlki, Roma İmparatorluğu ile Hunlar’ın sınır davasıydı. Başlangıçta
Volga ile Don nehirleri arasına yerleşmiş Hunlar, Batıya yöneldi. Cermen
kavimleri Karadeniz düzlüklerinde Hunlara tutunamadı. Cermenler, vizigotlar,
Ostrogotlar, Anglo-Saksonlar, Franklar, Gepidler, Lombardlar, Burguntlar,
Vandallar ve Slavlar çaresiz batıya göçe başladı. İlk göçmenler Hunlar, bunlar
ve kendileri göçerken Batı'ya sürdükleri yerli kabilelerdi. İkinci göç
dalgasına Türkler, Araplar, Macarlar ve Vikingler katıldı. Uzun ve aralıklı Moğol
istilasının da etkisiyle artan göçler Anadolu’nun, Kuzey Afrika’nın ve Avrupa'nın
çehresini değiştirdi. Romalıların ‘barbar’ nitelediği bu kavimler, önlerine
çıkan kavimleri de sürerek İspanya’ya dek ilerlediler.
Kavimler Göçü, Avrupa devletlerinin
temellerinin atıldığı tarihsel gerçekliktir. İşte o günlerden bugüne yas
şarkıları olan göçler bilinçleri kör etti, kin ve nefret ekti. Doruklara uzanan
uçuk notalar, ufukta yerle göğü birleştirdi. Apaçık akla sarkan sakıncalı
manifestolara aldırmadan derin dinginlik yaşadı ve yaşattı Ege. Erken
yaşlananlara veya genç kalanlara usulca şarkılar söyledi. Egece şarkılar. Keşke
ben de duyabilseydim pişmancalığı pekiştiren, uzun menzilli deniz şarkıları.
Ege şarkıları söylüyordu Ege.
Yürük Nesim, bir çift yeşil göze
müjganı yakıştıran, yolu mavi karanlıkla buluşturan, nağmeleri Yeşim’i
çağrıştıran şarkılar eşliğinde yürüdü. Yürüdü yürüdü ve Ortaokulu bitirdi. Leyli
öğretmen okulu sınavlarına girdi. Adıyla şanıyla, Adabilen Öğretmen Okulu’nu
kazandı. Şehrin en tepesinde, ‘bu tepede yaşanmaz, yaşansa da zor bela yaşanır’
denilen okula girdi. Asla şikâyet etmedi Nesim. Ayrıca hiç de öyle olmadığını
gördü. Öğretmenleri çok sevecendi. Anne baba gibi sahip çıkıyorlardı
öğrencilere. Her biri tıpkı Yeşim’in babası gibiydi. Tek ereği öğretmen olmaktı.
Yeşim’ine anca bu sayede kavuşabilir ve sözünü tutabilirdi. Adreslerini bulur
bulmaz, ucu yanık bir mektup salladı Adabilen’den;
- “Yeşim taşım, baştacım, burayı Öğretmen
babam bilir, yatılı kazandım. Yatçem, kalkçem, okucem. Hep seni düşüncem,
unutmicem. Dört yıl kaldı öğretmenliğime. Sen de oku, durma. Okumazsan eyer
Öğretmen babam seni başkasına verir. Unutma…”
Geçmiş zamandan beri seyri seferden
yorgun düşen ağır yolcular, inceden gölgelere uzanır. Ağrılı başlar zahmetsiz
yaslanır pamuk göğüslere. Upuzun sayılan hayat, afili cümleler ardına koyulan iki
nokta arasıdır. Üç nokta ise umsan da ummasan da eşi benzeri, ucu bucağı yok
ummanda usulca kaybolmaktır. Çünkü bir saatten sonra külahının altına sinmek asla
çare olmaz.
Yürük Nesim, Çepni boyundan yazar daha
iki yaşındayken kepi külahı fırlattı. Öğretmen Okulu’nu bitirdi. Öğretmendi
artık. İlk ataması Güneydoğu’da bir köye yapıldı. Orada neyle karşılaşacağını
bilmediğinden Yeşim’e kıyamadı. Çıkmadı öğretmeninin karşısına. Adreslerini
bulmuştu ama anacığını yabana atmadı…
- “Öğretmen efe, ilk sözünü duttun.
Şindi elin eşgare ekmek dutsun. İkinci sözüne mahcup kalmayalım. Varalım
öretmen beye, böle de büle diyelim. Ezilcemiz takı tümbek goymasın gaaşımıza”
- “Doğru dersin Anacım, bir iki yıl
daha dişimi sıkarım. Olduğunca maddi birikim yaparım. Çok para pul lazım olcak
bize…”
Nesim böyle dedi ve acilen göçtü. Zorlu
mesaisi başladı…
Yalancı baharlar geçti, gitti,
bitti. Nesim’in çıplak gözle gördüğü, emperyallerin hakediş ve hallediş sırasını
aç kurtlar gibi beklediğiydi. Doğrular söylenmiyor, söylense de doğru yerde
söylenmiyordu. Yemin gerektirmeyen yalanlarla doğruluktan şaşılıyordu. Yersiz yurtsuz
kafalar, yalana dolanınca karışıyordu en bilinen meseleler. Üstüne üstlük ileri
demokrasi havariliği, suları bulandıran söylemlerle birleşince, eldekinden
avuçtakinden oluyordu sahil boyları. Bunca kaotik ortamda bile korktu Yeşim’i
kaybetmekten. Kurulacak yeni hayat şairaneydi ama gelecek şaibelere gebeydi. Vahşi
doğaya direnmenin, engellere ve zorluklara göğüs germenin, kazandırdığı akıl ritmiyle
hayal kurdu her gün…
- “Ege’ye atanırsam ki atanırım,
tayinim başka bölgeye çıksa da Yeşim’i öğretmenimden isteteceğim. Yazık bize.
Gerçi Yeşim sözünü yemez ama Öğretmenimin dediğini de ikiletmez. Sakın ha.”
Düğüm sona yakın bir bir çözülürken,
acı gülüşler dolar beyine. Vakitsiz diriliş yaşar kumsallar. Kumdan kaleler iki
görüş arası yıkılır. Ölmeye yatmak vakti gelir, çatar. Kapıda cennet,
cehennemde suya hasretlik. Bir damla su da boğulmak gibidir aşk. Renkleri
çalınmış tablonun içinde, yeminli güneş kızartısında silikleşir anılar. Belli
belirsiz okşamalar, sıcacık kucakta üşür. Donuk renkler evinde, kırık bacakla
sahne becerisi, değme virtüözleri kıskandırır. Yeniyetme mükemmelliği ufukta batar.
Parçalanmış yürek çöplüğünden güpgüzel mabede, çekmecelerdeki mavi mürekkep
donatılı koleksiyonlardan aşk suskunluğuna uzar mevsim. Bir mayıs ortası aşıkları
gözünden öper mavi lacivert deniz. Dillerden düşmeyecek gecikmiş düğünler sazlara
yas, sokaklara taşan yüzlere naz olur. Haza çok özlemişim meğer denir, sicim
gibi akar gözyaşı.
İçten içe veryansın eder vesvese. Her
gün ‘yoksa yoksa’ endişesiyle zar zor geçen iki yıl peşine Ege’de denizden
içeri bir kasabaya atandı Nesim. Elinde avucunda öğretmenine mahcup olmayacak
akça birikmişti. Düğün derneğe rahat yeterdi. Yeşim ile parça pürçük idare
ederlerdi sonrasında. Nefes nefese vardı Alpunar’a.
- “Alyazmalı anam, yazısı
çetrefilli anacım pek yakına atandım. Kasaba ortaokulu. Yükü de tuttum
birazcık. Bize bir koca şehir yolu göründü gari. Punduna geldik, ‘Aldık Aydın
gızını, çekcez gari nazını’ Azırlımızı yapalım ivecenlikle, ‘Değmen gamlı yaslı
gönlüme’ gari. Hayatla dalaşma, benlikle hırlaşma
geçti.”
- “Beri bakıve öksüz öretmen efe
olum, yakında ocaama düşeceni bildiimden, öretmeni nen gızını sorem bakem
dedim. Töbosun örenince yavan galdım. Yaban başımdan gaynaa sulaa döküldü. Saksak
saksaanla habee uçumamış sana yalım. Zolan dolan bilmem gari, öretmen gızını
evlendirivemiş…”
- “Esdirekli yürükler an gelir akıllanır
sora düşünüp duru da belini dorultamazmış anacım. Cennet ve cehennem çukuruna
saklı değme hayatlardan bize de bu düştü demek. Gönenmek haram bize gari. Kalp
sessizleşince başka dilekler tutulur anacım. Dile ki sen ben gacveren
buralardan…”
Tarih en işlek zamanlarda yemkirir,
ağıtlar çınlar eşsiz mağaralarda. Yarım aşklar kutsanır. Dahası dörtyüzelli
basamakla inilen antik çukurda bekler, tanrıçalar. Hayatın yüzüne gözüne dokunmak
orada gerçekleşir. Arsızlar çukurunda. Anadan üryan seyirlikler baş döndürür.
Zeus’un yarı tanrı kızları kumrularla dans eder. İç bayıltır armoni. Mozaikten
keklikler çatlar. Dansa katılmayan al başlıklı melikler ve melikeler, zevk
punarından gagasını doldurup uçanları izler. Diz dizeliği arzularken dize
gelmek ve yarı tanrı mabedinde gaflara heveslenmek mıkırdak mirasyedi harcıdır.
Darbeyi alınca Kırklar konağında hayıflanmak da pek işe yaramaz. Epeyce geç
kalınmışlığın yaman paylaşımından kaçınmak, nasip artırmaz. Saksak okuntusu kabullenilir.
Günlerce gatiyen kendine gelemedi, gabaat
şoklamasıyla dağılan Nesim. Artık yoktu Yeşim. Doğup büyünen ve uğruna ölürüm
denilen cincoflu şehir koskoca mezar olmuştu herifliğine. Sığamadı içine. Gayrı
ganimet bolluğundan kaçılır, başı çınarlı yasemin kokulu lalezar kodeste lal
olmak beklenir. Hassas terazi kaç zaman bekletir muammadır, asla bilinmez. Göğsünde
taşıdığı en değerli taşı, artık taşıkardi madeni. Hal buralara varınca başka
maraza çıkaramadı mazlum koflak. Minik adımlarla iki ileri bir geri seyretti
mehteran takımı gibi. Değerli taşların sırrına ermek, taşların sultanı Yeşim’e
varmak varken yollar yarıldı. Yeşim imperyal maya. Maya ve Maori kültürleri
kutsalı. Saf yeşili gönülleri yakar. Sıra dışı sağlamlığı ve dayanıklı hali kül
eder insanlığı. Demek dayanamadı. Derler ki ‘Altın çok değerlidir, Yeşime ise
değer biçilmez.’ Paha biçilmez zenginliğe doyamayanlar tıpkı Nesim, ömrünce yeşim
taşına taparlar. Beri bak Yeşim taşı ‘Bak yeşil yeşil…’
Yıllar yılları kovaladı. Nesim, Ege
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde öğretim görevlisi oldu. Doktor oldu, Doç
oldu. Fakültelere kürsüler kurdu. Okudu, okuttu ve yazdı. Bir ‘Doç kamyon’
sırtında baş kabak kıç açık geldiği ‘Adıbilen Öğretmen Okulu’nda başlamıştı
yazmaya, hiç bırakmadı. Kızılcanlı çalışmalarının ilham kaynağı, asla
unutamadığı yeşile çalar buğulu gözlerdi. Gözü kararana dek gazetelere, dergilere
yazdı, kitaplar yayımladı. Son kitabı ‘Nirvananın Gölgesinde Karmapolitan’a son
şeklini vermek için bir süreliğine, Yeşim’i de kendine sunan Alpunar’a geldi. Zaruri
ihtiyaçlarını temin etme dışında kapandı bakla sofasına. Artık anacığı olmayan evine.
Anacığı da acıdan pay çıkarmıştı kendince. Onca konfora rağmen, eli sıcak sudan
soğuk suya girmezken Yeşim’den sonrası içine sinmemişti pek. Kasaba şehir
gezerek, Nesim’e hayır dua ederek yaşadığınca yaşadı. Bir guşluk vakti, ‘gırdı
belini gahır bulutunun ve gutuldu.’ Nazik ve yumuşak sonsuzluğa uçtu. Nesim’i yapayalnız
bıraktı. Nesim, ana ocağında yatıyor kalkıyor yazıyordu. Kara yazgısına inat bir
lokma bir hırka engine dalıyordu. Beş ev, üç arsa ötesi sokak başı minare,
cızırtılı bir duyuru yaydı. Sonuna dek huşu içinde dinledi. Öğretmeniydi. Vefat
etmişti Yeşim’in babası. Ağzında pabuç kadar laf birikti ‘Ansan ayıp, yutsan
böyük’ nefesi kesildi; Cenaze merasimi ikindi vakti…
Dünya koca deniz, öbür dünya deniz
kıyısı. Sahilde gezip dolaşanların her biri bir garip yolcu. Işkın misali
savrulur ölüm. Aşktan yüce aşkın huzurdan dışarı hali; çok sömürü, fazla yağma,
yoğun talan barındırır. Dünya mesaisi bitmişler, çağrışımlı sözcüklerle kurulan
cümleleri hesapsız kitapsız yutar. Kitabın ortasından sarf edilenler aşıkların yüreğini
sızlatır. Aşksız hayata baksan ne yazar, yeryüzü yükü paraya gözün tok olsa ne
çıkar. Yürük çocuğu dağa firar eder, garip çocuğu askere gider. Cüzdanı sağlam
olan yırtar. Sorun kürsü işgallerine kadar uzar. Yanlışlara şerh koyulur
şikâyet algılanır. Böyle algılandıkça ve uluorta dillendirilince de yaşamak zehir
olur, ölüm bal. Bir ölüm haberiyle doğdu Nesim…
On yılların aşk yarası bu dışı möhre
içi kangren. İyileşmez. Öğretmeni ve Yeşim canlandı gözlerinde. Nerdeyse aradan
geçen kırk yıl. Hafızasında kalan genç kızlığın ilk evresindeki Yeşim. Nasıl
tanıyacaktı acaba? Yazmayı bıraktı. Soğumuş acı kahvesini dibine kadar
yudumladı. Cenaze törenlerine katılma ritüeline başlayabilirdi. İkindiye daha
vardı ama yıllar geçtikçe daha yavaş hazırlanıyordu. Hemen kalktı. Tıraş oldu
kaymaklandı, banyo aldı paklandı, ütülü esvap giydi havalandı. İnadına sağ
ayağını dışarı atmayarak kapıdan çıktı. Camii avlusunda yankılandı yanık bir
ses;
- “Nesim…”
- “ Yeşimm?”
Yeşim, yeşili pürsak gözleri çakmak
çakmak, uçarcasına gelip Nesim’in boynuna sarıldı. Öğretmenliği cevher işleme
sanatı sayan Gevher öğretmenin dediği gibi ‘gözlerinden tanıdı’ Yeşim’i. Boyu
posu, saçı başı epey değişmiş, endamı aynı sıcaklıkta kalmıştı. Bir şeyler
söylemeye çabaladı, boğulacak oldu. Dili dimağı su gibi dört bir yanı hidrosfer.
Koca gezegen, Ege, Alpunar altı ve üstü birleşik su kütlesi. Dört milyar yıllık
dünya hidrosferi aşkla aktı içine. Su derya deniz yayıldı karalara, okyanuslar
yeniden düzenledi kıtaları. İç kayması gerçekleşti dağlarda. Su gibiydi Yeşim. Diğer
su kütlesi, dünyadan on iki milyar ışık yılı uzakta. Dünyanın yüz kırk trilyon
katında. Buharlı kuasar, tam ortası çevresindekileri yutan bir büyük kara delik.
Yeşim su gibi sarıyor Nesim’i.
Bir anda dünyası yıkılıyor. Kime
niye bilmeden Yeşim’le beraber o da sessizce ağlıyor. Kendi haline çağlıyor
sanki. Sonsuza göçmeden bir anlık da olsa Yeşim’e kavuşturan ölüme hayretle
susuyor. Susuyor çünkü on yıllardan sonra şiveli kekeliyor. Salt kehribar
kokulu Yeşim’i dinliyor…
- “Nesim, sen Öğretmen
Okulu’ndayken enformasyonum iyiydi. Tanışlardan haberini alıyordum. Güneydoğu’ya
gidince ilişkimiz hepten kesildi. Bittim. Öylece kaldım. Çaresiz kaldım. Babama
da bir şey diyemedim. Okulum bitmeden ‘babamın sevdiği biriyle’ evlendim. Okulum,
kızım oldu. Resim. Eşim epey erken öldü. Sen evlendin mi Nesim? Çocuk…”
- “Yok demek, çocuğun mu yok, eşin
mi? Anlayamadım.”
- “Evv-lenme-dim ben Yeşim.
Evlendi-iini ören-dim ama yine-dee sen-den başkası-yyla evlene-medim…”
- “Demek öyle… Eşim erken vefat
edince, erken emekli oldum. Yakınlarına yerleştim. Hani babamlarla yaşamaya
başladım dersem yanlış olmaz. Kızıma da baba oldu Öğretmen. Alpunar’daki bildiğim
köylülerine hep seni sordum. Hakkında ayrıntılı bilgi edinemedim hiç. Haklılar,
kızgınlar ketum davrandılar bana. Üniversite hocası olduğunu, yazarlığa
başladığını öğrendim o kadar. Kitaplarını görüp aldım. Okudukça içim pır pır etti
durmadan. Kitaplarında daima bizi aradım, bulamadım. Sözümü yuttum diye karşına
da çıkamadım. Bak sözünü tutmuşsun. Babam evlen…”
- “Baa-ban, baba-mm tamam anla-dım
ben. Olsun var-sın, giden gitti, öğretmenim bizi görüyordur şimdi. Mutludur
mutlaka…”
Taziyeleri yan yana kabul ettiler. Tekrar
tekrar birbirlerine sarıldılar. Had safhaya yayıldı robot gibi öğrenilen, en
incelikli ayrıntılar. Yeşim, definden hemen sonra kabrin başında Nesim’in
omzuna omzuna sarsıldı. Birbirinden ayrılmak istemeyenlerin iç heyecanıyla. Resim, onları resmetti aklının bir köşesine,
hücrelerine nakşetti. Nesim teklemiyordu artık…
Aşk çölünü çalkalayan şiirsel
devrim, aç bırakır fikirleri. Açlık sahrada vaha misali ‘aşam bazarı’ karmaşadır.
Aşkı yarıda kesilenler iyi bilir Büyük Sahra’yı. Dokuz milyon kilometre karelik
sıcak çölü. Antarktika ve Arktika'nın peşinden üçüncü çöl. Kara Afrika’nın üçte
biri. Atlas Okyanusu'na dek uzandıkça kurak manzara kıyı ovalarına dönüşür. Kurak
tropikal savan iklimi düşman savar. Eksen sapar, sahra musonu yön değiştirir. Çöle
veya savan çayırlarına dönüşümlü kurulan barut kokulu saraylarda, yüksek
tavanlı boş odalarda yalnız geceler aşıklar. Aşk büyür, meşk üşür. Sessiz
süzülüşlü ürpertiler dolaşır damarları. Aşk dünyası mumyalanmış tuzaklarla donanır.
Resim,
bunları da resmeder tuvaline…
Yeşim ve Nesim on yıllardan sonra
birbirlerini bulmuşlardı hem de bir ölümle. Yeni doğan bebekliğinde. Uydudan,
uyarıcı saatlerde, denizin derinliğine parlak tırnaklarını saplayan anlardan,
yüreğe kök salmış anılardan, ılıman meltemlerle salınan titrek yakamozlara dek konuştular
saatlerce. Asla denize nankörlük etmeden, en komplike senfonik orkestrayla
şarkı söyleyen Ege’nin değişik fonlarında. Duymayı ve doymayı bilenlere özgü, kâinatın
sırlarını, kanaatin sınırlarını zorlayan özgünlükte. En bilindik, en sihirli,
en duru, su gibi mavi en berrak şarkıların eşliğinde. Müjganı tanımayan,
duyusal ve görsel körlerin tek kuple duyamayacağı tonda. Resim, sınırsız özgürlüğün
akla dokunan ve eyleme dökülen alemci notalarını netleştirdi. Müzikal ahenkle
şarkıya şarkı eyleyen Ege, asla ulak ve kurye aramadan sırça fanusundan
çıkamayanlara cesaret sundu. Deniz mavisinden mavi atlasa uzanan enstrümantal
dengeyi icra etti eski aşıklar. Buzdan kalpleri eritecek şarkılar söyledi mutlanan
Deniz. Şarkılar susmadı salt kalp gözüyle görenlerin farkına varabileceği
normda…
Bazen Nesim, bazen Yeşim fırsat
yaratarak, fırsatı ganimet sayarak telefonla görüştüler, halleştiler. Aşıklar
denizlerin ortak hafızasına yer etmiş ve aşk tüm çıplaklığıyla yaşanmalı
üslubuyla kaynaştılar. Yıllardır söyleyemediklerini cepten çıkarıp, cepten gönderdiler.
Akla düşeni anlatmaya, öğrenileni paylaşmaya yarıştılar. Ta ki Yeşim’in annesi meme
kanserine yakalanıp vefat edinceye dek. Alpunar’da son görev için tekrar
buluştular. Bu valideye son görev buluşması, yılların ayrılığını sonlandırdı. Başlangıç
oldu. Kim ne der ne demez ne etem ne matem aldırmadan, ölümsüzlüğe yarımay
vuran bir akşamüstü, aşk orucuna son verdiler. Alpunar’da bir bakla sofa, safa
ile birbirlerinin oldular. Önce yalandan da olsa güneş battı yarımadaya. Kirlenmeyen
yarım öykülerin insanları kuş misali, yerlerine yıldızlar doğdu. Hepsi sırf
ikisini kucakladı...
Sevgiyle kucaklanan ten ve tine mıhlanan
sol anahtarının nota aralıkları, hayata derman, hafızaya ferman yazar. Beste Ege
güfte Egece. Yüksek enerji ve tükenmez nefesle, milyonlarca yıllık kurgunun
kucağına sığındı Yeşim ile Nesim. En çetin
coğrafyada çetin ceviz isyanla mevcut düzene ve düzensizliğe isyandı sarılışları.
Magmadan fezaya, deniz dibinden arşa yansıyan, dokunulan her notası bir başka
vurgundu. Dip vurgunu. Pikine dipine inat, antik disiplinle, doğal doku
ihanetçilerine dokunan söylenceyi gerçek kıldılar. Zihinlerini uyaran isyan ve
mücadele bezeli bilgesel ve belgesel bir yolculuktu çıktıkları. Duyanlara böyle
de sevişmek mi olurmuş dedirten. Her aşk dokunuşu evrene işaret fişeği. Yeşim
ve Nesim yıkılan birlik, bozulan dirlik ve altı oyulan aşk umudunu haykırdılar
şarkılara. Elbette Yeşim’in alına yeşiline, Nesim’in nefsine nefesine özgü.
Resim, olanları resmedemedi tarihe…
Sakız damlalı mağarada, iki kişi tarihi
sessiz filmi üç boyutlu izleyince geç de olsa akıllanılır. Öylece beklenen Son,
beklenmedik anda Dong eder. Millî park sınırlarındaki dev mağara ikilinin
gençliğine evcilik oynama evi olur. Hani büyüklüğü ve yüksekliğini lazer ölçme
cihazları bile ölçemez ya kilometrelerce bir evcik. Öyle bir ev ki balta
girmemiş ormanın hemen kıyısında, gürültüyü ve rüzgâr uğultusunu sönümleyen bir
mavi derinlik. Eskilerin yenilerin, yerlilerin yürüklerin ding gari girmeye
cesaret edemediği türden bir büyük mağara…
- “Nesim, uzun yıllardan sonra dam
boyu derinlikte, yolları, tünelleri, piramitleri ve bambaşka binaları olan
büyük bir şehir keşfettirdin bana. Bir batık şehirde uyandım, taş piramitlerin,
camdan yapılmış piramitlerin, sfenkslerin, heykellerin, birçok monolitik
yapıların olduğu bir şehre. Aklıma yer eden görüntüleri Resim’e
aktaracağım. Kayalara oyulmuş binaların duvarlarına kazınmış yazıtlarda, taşlardaki
kabartmalarda yazacağın son kitabın izlerine dokundum. İşlik evinde yan yana
dizili çerçevelerin her birinde tam olmamış aşkların ismi yazıyordu. Dert
ziyafetine davet bitince, kıyı köşe şevk ziyafetini, şehvet zarafetini sen de
gördüm…”
- “Yeşim, eninde sonunda kavuşacağımızdan
zerre şüphe duymadım. Duyardım ölüm çiçeği dibine ölümü bırakır diye ama asla
korkmadım. Ölmeden önce bir gün mutlaka dedim, ziftlenmedim. Köklerimde arandım
ciddiyetle. Yaralı yüreğe kök salmışlıktan başkaca bir şey değildi ki aşk ummanı,
umuda dalgalanan deniz. Yeraltı dereleri erezyonu yüzünden, çökük tavanlı
evlerde yaşamaya geçilince anlaşıldı zaten kim tanrı, kim tanrıça. Tanrıçam
sendin, her iç kabarmasına nazar ayeti kabartmalar sarkıttım. Gün olur okursun
diye. Suya yazmadım ama hepsi suya gömüldüler…”
- “Ben Yeşim, bir içim su, bir
yudum yurdum perisi. Sanki on dört bin yıl evvel suya batan efsanevi ‘Mu’ kıtasındanım.
Muradına eremeyen, Antik Mısır ve Mezoamerikalıların ilk ataları soyundan. Soyundukça
iddialardan gördüm, Mu’lar Türklerin de atası. Pek inanmasam da Pasifik’te
popülarize edilmiş bu kavram, bu dramatik kuram. Kendimi iyi hissettiriyor
bana. Bilirim, Lemurya'yı da Mu kıtasını da. Fiziksel açıdan olmuş olmaları
mümkün değil, topu iddia. Bilimsellik ötesi. Eski yeni kıtada çam ormanlarına,
sarp koylara saldırmış çam yarmalarının dillerinde on binlerce yıldır ayni
dırdır; traverten kayalıklar barındıran kayıp kıtalar. Kayıp kıta kompleksi
işte. Bir gün bu kayıp kıtadan bir su Tanrısı gelecek, kayıp Tanrıçasını
bulacak diye severim. Geldin ya…”
- “Yeşim, ışılyalap ‘bir içim su’ perim,
yakışır sana bir Platon hikâyesi. Bir ülke var; ‘Herkül Sütunları'nın ötesinde adı
Atlantis. Hesap biraz karışık, Solon'dan dokuz bin yıl önce. Dokuz bine milat
öncesinden beş yüz ekle, milat sonrası artı iki bin yedi işte o kadar yıl evvel
doğdu deniz. Atina'yı fethedemeyince bir gecede okyanusa batan bir uygarlık
Atlantis. Platon diyaloglarına gömülü, suya gömülü, karışık politik teorileri kolay
anlatmak için yaratılmış, kayıp efsane ülke. Atlantis hikâyesinin ne kadarının gerçeklerden
derlenip derlenmediğini kim tartışabilir ki. Ya bir yanardağ patlamasıyla veya
Truva Savaşı'yla sulara gömüldüyse. Ya Atlantis'in Mu kıtasının bir kolonisi
olduğu iddiası. Sümer yazıtlarına giren Noh Tufanı. Bu efsane uygarlıklar dinlerin
kökenlerine iner ve hakkından gelir. Tibet'te bir manastırda on beş bin yıl
önce yazılmış belgelere dayandırılan tufanlar, suya kaybedilenler de ‘Bir
Gülücük Nirvana’ ya da girer. Yeşim sen de okursun…”
- “Yaa demek bizi de yazacaksın,
öyle mi? Nasıl, bak merak ettim şimdi. Serin gel huzuruma, derin gel. Anlat…”
- “Sana kavuşmadan veya ebediyen
kaybetmeden yazmak istemedim. Yarım kalsın istemedim hiçbir şey. Ege efsanelerini
dillendirdiğim ‘Nirvananın Gölgesinde Karmapolitan’ adını verdiğim bir kitap
dosyam var. Bugüne ve düne özgü canlı-gerçek öykülerle bezeli. Öğretmen babamın
vefatına kadar hesapta yoktun. Ama kavuştuk Yeşim, şimdi
düşünüyorum…”
- “Vay Nesim vay. Buz tutmuş gönlümde,
Olimpos tanrıları ve tanrıçalarından ateşi çalan Prometheus’umsun sen. Prom, buzulları
methet gitsin. Okyanuslardan sonra dünyanın ikinci büyük su kütlesi ve en büyük
tatlı su deposu buzullar. Yeraltı yerüstü tatlı suların neredeyse tamamı.
Ateşine yandığım, istemek, arzulamak, meyillenmek üzerine kurulu bir saltanat
buzullar. Yıllar yılı aşkı susamak ne demek, aşkımızı suya sele kat. Kamp
ateşini yak…”
- “Âşık olunur elbet huya suya
Krassula’cım. Ecem, kraliçem. Eski bir kuyudan çekilen, bir kova suda parlar
rengârenk balıklar. Başlı başına hayattır içi dışına çekilen kuyular. Deniz hem
yüz ve yıkan tadında hem doyasıya değil azıcık iç tadındadır. Aşkla varılır
huzura, karpuz çatlatan içilir doyasıya. Bilgilenmektir işin özü…”
- “Sevgili Nesim, nesin sen? Aklını
yoran olaysak eğer bizi ‘Nirvana Üçlemesi’ne kat. Kitaba girenleri çoğalt. Ölüm
şerbetini içmeden, içine içine ağlama kayan yıldızlara boşalt hevesini. Bir gün
bir başına gülücüklerle gel mezar taşıma. Basılmışından ‘oku, oku, oku’ bizi.
Ben okursam zorlanırım belki ama sen okursan gayet iyi anlarım.”
- “Alla’sen sus Yeşim. Bal çanağı ağzından
yel alsın. Sevgili Yeşim, yeşil gözlerin göç göçerten, bakışların ‘Bir Gülücük
Nirvana’ aldatmacası zaten. Sözlerinle yaralama şu yürük yetimi.”
- “Demek böyle başlayacak, daha
netleştirmediğin belli ama düşüncede hazırın vardır senin. Varsa okusana
biraz…”
- “Öyle bir Deniz ki Ege, Yeşim
taşım sensizliği alır benden yakar. Su da yanar. Bensizliği alır tuzla yunar. Su
da ağlar. Sonu açık yarım aşkların, altı cehennem üstü cennettir, yarı sıcak
yarı soğuktur, üzeri alev dibi aysbergdir. Dorukları buz kütlesi, dondurur,
buzuldan gönülleri yarım aşk tutuşturur. Bir günlük nirvana erişimidir, er veya
dişi kıvamında esnek kıvranışların özü. Bir sevecen gülücükle, iki evecen yeşil
gözle başlar hikâye…”
- “Bravo Nesim, öykü başladı. Girdi
yola. Birlikteliğimizi de yaz gönlünce. Serbestsin. Ben yazmaktan pek anlamam
ya iyi okurum, iyi dinlerim, benim akademik kariyerim de bu n’aparsın. Katkım
bu kadar sana. Hadi devam et durma, beynim şoklandı valla.”
- “Okuyorum bak… Yeşim ‘Kürk
mantolu’ ölü cereyana çarpılmışçasına sessiz bedenim. Öp bakalım zevkten titreyen
sensiz avurtlarımı. Aklına ilk geleni bırak avuçlarıma. Zevkten titreyen
nefesin hayat çizgimi arşınlıyor. Ruhumdan uzaklaştıramadığım sıcak rüzgarlar
bilgiç bilgiç esiyor. Aşkına esirliğim, uzaklardan kopup gelen sevgiyi harmanlıyor.
Yapışmak var ya şimdi uzuvlarıma uladığın umuda neden ise olmuyor. İpek yumuşaklığında
kayıyorsun avuçlarımdan. Soluğun üstümde dolaşan vardiyalı emekçi. Bir türlü
kovalayamadığımsın uykulu ve yorgun. Mesai saati dışında aklıma çakılan kadeh
kadeh sen. Silme dibe çöküyorum. Yakut taşlı koca aşklar bocaladı, kocadı ve gitti
avuçlarımdan. Yeşim bakışlım; ‘Ben gamlı hazan, sen ise bahar’ her dem taze
baharsın. Zorlama aşklardan bunalmış loş locada, her türlü ayrılmaları yaşadığımda
bile sırf seni özlediğimi anladım. Düşlerdeki titrek soluğun, aynılık hüznü yaşattıkça
sıcak rüzgarlara, zevkten eridim avuçlarında. Yıllarca döşeğimde yeşeriverdi
kırık dalgalı anılar. Bir kurnaz çıplaklık vardı boy aynasının ön yüzünde.
Şimdi kadife yumuşaklığında yakıyorsun avuçlarımı. Lavanta kokan tenin tenime
basılı. Bastırılamaz duygular duayeniyim, ‘Olmaz meleğim, Böyle bir aşk, bende
vakit geç…’ Evet pek geciktim altın tozuna yatırılmış aşklar, pul pul hazineler,
zevk rüzgarına kapılmalar, olmaz. Yerden göğe bambaşka dünyalar, öte
dünya olmaz…”
- “Neden olmasın, pek ala olur.
Nesim bak, sıcak sıcak, azar azar azaldın sen aşka. On yıllarca. Sevmeden,
sevilmeler denedin büyük yalnızlığına. Şimdi bana ve sana, çoğalma vakti. Benimle
çoğal, yıllanmış aşkla. Yüzüme dön yüzünü korkma, öp üst dudağımdan, yüzümde
biriken hazzı iç yüz binlerce doyasıya…”
- “Yeşim, gece yarısı hikayesi olacak
bu sanki. İçimden geçenler, bütün bir ömür durduramadığım duygusal resmi geçit.
Hızla kendimden geçip hemen yarın gelsem, hayat hikayem koltuğumda desem,
hayatına katar mısın anlatılarımı. Şehrazat sensin ama Şehriyar gibi bütün
gece, gecelerce beni dinler misin? Dudağında gök kırmızısı serinliğiyle ‘bir
gülücük nirvana’ hikayemi sek susuz içer misin benimle. Benle sabahın köründe,
ışıldamayı ister misin?”
- “İsterim elbet bak şöyle yapalım
Nesim. Yap yani. Sen yaz hikayeni. Gerisi bende. Hani otobiyografik kitaplar
vardır ya, ortasında ve sonunda aile veya silsile fotoğrafları koyulmuş bu onlar
gibi olsun. Kitabını tamamladığında, tam ‘Bir gülücük Nirvana’ hikâyenin başına
veya sonuna denk gelecek biçimde resimler koy. Kızım Resim, biliyorsun ressam sen
yaz o resimlesin. Antik atmosferli çeşitlemelerin özünde aşkımız olsun ama sonu
mutlu bitsin. Resimlerle kavuşalım yani. Ege’nin tarihi kalıntılarında veya antik
eserlerle yan yana gençlik resimlerimizi çizsin Resim. Böyle fotoğrafların
varsa cepten gönder. Resim, siyah beyaz, renkli renksiz poz poz çizsin. Alt
yazısız. Ben o çizdikçe sana dönerim. Beğendiğini koyarsın bi düşün bakalım,
düş gülüm…”
- “Yeşim, düşünmek ne alem. Sen olur
deyiver olsun. Zaten Nesim dediğin, çelimsiz bir kızancık. Neslişahım, aslım
neslim Yeşim’im, bu toyboyu efelendiren yerli yerine getiren büyük aşk. Sensin.
Varı variyeti, kollarında kıyamadığı hikayeleri ve aklındakiler olan bir çulsuza
cansın sen. Şimdi düş çalan akşam sağanağında, meşru olsun olmasın bu yürük yetime
gelir misin? Hikâyenin geçtiği yere. Seyri zor, eksik yaşanmış aşkın şehrine.
Gelirsen gözlerinin sahici yeşilinden öpmek isterim…”
- “Nesim ben de gelirim, sen de
gelirsin. Kime ne, hayat bize. Kalan ömür artık ne kadar ise yalnız bizim. İkimiz
de alacaklıyız hayattan. Unutma yazın Adaburun’dayım. Öğretmen babanın
yazlığında. İzin günlerini şimdiden ayarla, kalırız yaz boyu beraber. Resim,
arada bir uğruyor, can yoldaşı oluruz birbirimize. Burada yerel ve ulusal iki kitap
fuarı yapılıyor. Bir ay bu imza günlerine katılırsın. Sen bana ben sana
katılırız gari. Ömrümce ‘atem tutem ben seni’ gendime gatem ben seni diye
avundum. Unutma daha seninle Alpunar’da bıraktığımız gözleri yaşlı çocukluğumuz
var. Yaslı gençliğimiz var, şenlikli orta yaşlılığımız var. Daha onlar
yaşanacak. Daha sahili, sokakları, dağları, tepeleri, kuytuları gezeceğiz kol kola.
Akırbaları, akbabaları tınmadan pusatsız, çil çılbak denize gireceğiz saklı
koylarda. Saklanma çık ortaya…”
Göynüklerin yüreğine garankı
vurduğundan, yarına hasretlik gocuman olur. Ama akideşini bulunca hayat dolar
ciğere. Yarenler, dik uçlarda, pik burçlarda, dip çukurlarda hususi soluklanır.
Hiçbir şeyin eskisi gibi kalmadığını bile bile ölüm gününe dek, hayata dair ne
varsa yaşanır. Mutluluk istiflenir. Tek gaye tarihe not düşmektir. Mesele düşle
gerçeği öpüştürmek, ılım ışık gecelerde kayıp yıldızlarla sıkı sıkıya
örtünmektir. Tümden sanrılar diyarına açılmak, her acılı anı en öteye, her sancılı
rüyayı en nihai noktaya vardırmak, kutsal yolculuk tasarımıdır. Ancak artık yaşanmaza
serpilmiş şaşırtıcı anlar, harap mekanları dolaşan akranları bile ürpertir. Düş
adasının düşüş yakasında, bilinçdışı öğretilerin gizemi cansiperane aranır. Yaratıcı
hazzı, hazineyi tam bulacakken kaybolur. Yeşim, varoluşu kendini şimdilik ‘Bir
Gülücük Nirvana’ öyküsüne adayan Nesim’de buldu. Bir gün yüreği titreyerek ‘Nirvananın
Gölgesinde Karmapolitan’ın içinde kaybolan Nesim’i kısacık çaldırdı. Bi daha
aradı uzunca. Bi dahakini daha uzun tuttu ve Nesim açana kadar bekledi. Peşpeşe
iki cümle sarfetti, aniden kapattı.
- “Nesim, Goley değil biliyom ama bitti
mi kitap, peki öykümüz? Gaari taslak maslak deme, kısa zamanda okumak istiyom…”
Nesim, konuyu anlamaya çalışırken,
bir kez daha çaldı telefonu. Sesi bu sefer ağlamaklıydı. Mutlu desen mutluydu
ama sanki değil gibiydi. Bir şeyler vardı anlatamadığı. Vardı. Birden açıldı
pus, sus pus kalma pahasına dalgan vurdu dünyayı...
- “Gadeş, ben kanser oluvermişim.
Akciğer kanseri. Bir haftadır hastanedeydim. Arayamadım seni kusura bakma…”
- “Ne kusuru canım sevgilim.
Kusurlu kusursuz işleyen şu gudubet dünya kusurlu. Garpızı gabak dünya. Yeşim
taşım, sen yürekli kızsın. Yapayalnız neler atlattın. Irlanmak sana yaraşmaz. Ezersin
bunu da elbet. Hem şimdi birlikteyiz. Azraili yeneceksin ve Alpunar falezinde
gezineceğiz…”
- “Gezeriz gezmesine de bunlar
çoktan gezmiş dolaşmış derler, iliman gafalar. Lafı dolandırmadan yaz, yarın
veya yarından yakın anlat bütün herkese, bilsinler hayat hikayemizi. Yarım
kalmış yarenliğimizi. Yürek çarpıntısı artıyor yüreğimde, ciğer desen zaten bitik.
Derin soluklanmalarımda bir garip yorgunluk. Oysa ne fetihler gördü bu yeşil
gözler, ne fayda gösen, dar zamanlı misafirliğe durdu ömrüm ösen. Bu yolcu geç
de olsa azıcık baştacı edilecek ve kısa zamanda en özel odada inzivaya
çekilecek. Geceden kalma pas ağzımı buruştururken kollarımda bi acayip bıkkınlık.
Uyumuşçasına ağzım açık ve dizlerim titriyor yeni toy aşık gibi. Buragidi yaşattıkların
için hiç hak etmesem de çok teşekkürler. Böle ‘rüzgaa gibi geçti’ istemem. Sen
son bi ‘klark’ çekmeden ben ölmem…”
- “Yok öyle deme. Ne ölmesiymiş. Uzun
yıllarca her daraldığımda resmin belirirdi önümde. Ardımdan zoraki sevişmelerin
yürek çarpıntıları çağırırdı. Dönmezdim geri, sapmazdım yolumdan. Oysa daima
yokluyordu yüreğimi buyurgan soluklanmalar ve acayip keskin bir sızı. Yani benim
sıram, sakın ola kaynak yapma. Aklım havada zaten yüreğim düştü düşecek. Ne kıytırık
iktidarlar gördü bu deştire gözler ne hedefsiz aşklar. Hedeftekim sadece
sendin. Nasıl da özlemişim meğer, ne de bekledim seni. Gidemezsin.”
Nesim gitti hastanede Yeşim’e
günlerce refakatçı oldu. Moral oldu. Can oldu. Canan oldu. Her anlamda
çekinmesiz tanıştılar. Çekincesiz aynı somyada ‘bacı gadeş gavilleşdiler’. Kemo
radyo, uzun ve zehirli terapilerden sonra eve çıktılar. Maruz kaldığı metastaza
rağmen Yeşim, bir gün kendini iyi hissettiğini söyledi.
- “Birkaç günlüğüne Alpunar’a gidip
dinlen Nesim. Esi nesi yok, ‘ciğerim Aydın hastanesinde çürüdü’ benim. Adıma
lazım gelen hazırlıkları da yap. Dabanca gibi git pambık gibi gel. Yarın öbür
gün gelirsin, ya da gelmeden ara beni. Belki ben de gelirim. Son yakın, sona
yakın, içimizde kalanları yaparız ağız tadıyla. Bu aralık, bak sölüyom ‘Resim
artık senin’ kızın. Sana emanetimdir unutma. Vasiyetim deyon, gerisini sona
örenirsin…”
Nesim, sevdiceğine geri dönmek için
hazırlık yapıyordu. Onu sevindirecek, mutlu edecek özel yerel ne varsa valizine
dolduruyordu. Yayımlanan yeni kitabından iki tane koydu. Sürpriz yapacaktı Yeşim’e
ve Resim’e. Yeşim’in gelmeden önce telefon edersin dediğini anımsadı. Çaldı,
çaldı, çaldı geç açıldı telefonu…
- “Ben Yeşim’in kızı ressam Resim.
Annem dayanamadı daha fazla. Kendisi dün sonsuzluğa uçtu. Sizi arayacaktım ben
de. Yarın öğlen Alpunar’dan uğurlayacağız…”
Uğurlar ola Yeşim taşı. Doğada nadir bulunan, küçük
parçalar halinde var olan değerli taşların sultanı, uğurlar olsun. Nefret
dünyasına nefrit balansı, esenlikle gidesin. El yürek ısındıran, güçlü
hissettiren, Yeşim ocağı, yolun açık olsun. Sert ama kırılgan yapılı,
duygusallıkta dengeyi, çakraları en uç noktayı yaşayan Yeşim uğurlar ola,
uğurlar olsun…
- “Anlayacaksın sen de Yeşim gözlüm,
yalnızlaştıkça insan hiç alakasız birileri zenginler. Arsayı kapar, parsayı
toplar ve bal tokmak yaşar. Ama ‘gözlerden öç alır her şiirsel aşk’. Elbette
aşkım deyiverince başlar, eşi benzeri ucu bucağı yoktur sanılan ateşten ummana
ulaş. Aşkım, narlı ve de harlı uykudur ölüm. Aşk-la uyu aşk denizinde. Işıklarda
uyu…”
Yeşim, önünde sonunda Nesim’e eş
olacağını bile bile okudu ve bu umutla yaşadı. Nesim, öğretmen olursam
Öğretmenim Yeşim’i kesin bana verir diye okudu. Hiç durmadan derslerini
çalıştı. Okuyup öğretmen olacağı, öğretmeninin kızıyla evleneceği umuduna
yapıştı. Yeşim çıkmamacasına aklına yer etti. Öğretmen oldu ama yıllanmış
yârini, en mutluyken yel aldı götürdü Nesim’in aklını sel aldı götürdü. Adının anlamından
nefret etti. Ertesi gün Alpunar merkez mezarlığına, öğretmen babanın kabri
yanına sadece onu değil kalan umutlarını da gömdü. Kendini de aynı mezara
gömecekti ama Resim. Resim hıçkırık hıçkırık omzuna gömüldü. Nesim, ölmekten
vaz geçti…
- “Yeşim, sevgilim diyebilirim
gari. Seni seviyom da demedim hiç, seni çok seviyom. Sevgilim, ‘Nirvananın
Gölgesinde Karmapolitan” kitabımı başucuna bırakıyom. Ben gelesiye değin
okursun. Resim’e, senin başka resimlerini çizmesini rica edicem. İkinci baskıya
ekliyecem. Ben ölesiye, annacına yatasıya bakarsın…”
- “Nesim, yalandan olmayan ama
yarım kalan aşk öykülerine özgün aşk güzelliği ve unutulmaz sürprizli geri
dönüşler katanlara selamlarımı ilet. Onlara selam olsun…”