TAM SAHA PRESS, YIKILMAZ BLOKSS...

1 Eylül 2024 Pazar

EYLÜLDE AŞK, ADALET BARIŞ VE ÖLÜM…

 

EYLÜLDE AŞK, ADALET BARIŞ VE ÖLÜM…

 

Eylül ile özdeştir aşk. En eski alınyazıdır alnı kırıştıran, yürekleri kıpraştıran. Altın sarısı sihirli değişimdir Eylül, gözleri kırpıştıran. Kızgın lavlara inat bir serin nefestir. Ölmek de hakeza. Öylesini ol görmeye cihan, kuruluş ve kurtuluştur Eylül, tarihe damgasını vuran. Ey adalet ve barış çağrıştıran yüce akıl, mangal yüreklere aşkla dol her Eylül. Karadeniz, Ege soldan dalgalansın ilk hedef Akdeniz. İleri. İlla ki; aşk, adalet, barış ve ölüm…

 

Talihsizlik bu ya yarım kaldı bir şeyler bir Eylül ortası. Eylülleri aşktan koparan bulaşıda baş hödük, bir sabaha karşı şeytan düdüğünü öttürdü. Kısa zamanda kanla yoğuruldu kutsal emaneti hiçe sayış. Değişesi dünyalar ve pembe rüyalar düşen yaprak misali. Yazılası ne varsa yazıldı hakkında ama hatıra kaldı ucundan bucağından yaşananlar ile darbe hediyesi. Eylül de eylül, unutturdu alınterini ve emeği. Aşkı sevdayı. Koparılan gürültü ve doğan patırtıyla loş labirentlerde yolcusu solcusu, devrimcisi ilericisi, devletçisi demokratı işkenceden geçirildi. Ve yıllar yılı görmezden gelindi, adalet ve barış. Emanetçi gençliğe acımadan kıyıldı. Pabuç paşaları, kıytırık ressam kıltoşu ve besleme piyoncuklar çok yürekler yaktı çok. Şeri şürekası bu garazkar lanetlikler güzelim eylülleri hiç ettiler. Gel de sev Eylül’ü, ey sevgili…

 

Kanları donduran kirli ve puslu hava, ampirik akıllardan ve pespaye entrikalardan beslendi. Hatta “Aynı şeyin aynı bağlantılar içinde, aynı durumda olması veya olmaması olanaklı değildir.” ama oldu ne yazık ki. Hayatın şifresi o malum Eylül’de değiştirildi. Hayatın mantığı ve felsefesi yakıldı, kutsal şifreler kırıldı. Şifreler şiftelendi. Şifrelerin can yakıcı, can alıcı hali yıllar yılı güncellendi. Kör karanlığın ve kof gizemin sırça saltanatı kuruldu. Ortalama yarım ömürden fazla 12 Eylül’ü ve kirletilen Eylülleri yaşamak, yaşanmazı yaşamak tarihe kazındı. Umut bitti. Ve yarım kaldı bir şeyler. Gel de sev Eylül’ü, ey sevgili. Aşkla an…

 

Ondan kelli her adalet ve barış istendiğinde, inceden Eylül’de gel hikâyesi. Koftirik hikâyelere kanılmayınca hemen 12 Eylül sopası. Soyka faşistler tezgâhından kalan parmak uçları sızısı. Ardı arkası kesilmeyen, damla damla akıl yolunu karartan şoklar sıkıntısı. Envaı çeşit sirenlere karışıp, yeşil ışıklarla geleceği karartan Eylül akşamları kaygısı. Eylül, yüreklerde eksik yaşanmış mücadele aşkının manyetosudur çaktıkça çakan. Ey nazlı sevgili, kazanımı sıfır korkudur ebediyen…

 

Maazallah maziyi bulandıran martavallar peşi sıra. Gelecekte barış çubuğu tüttürmek zorlaştıkça, moral değerler sıfırlandıkça, birlik düzen bozgunu. Barış yerine paradoksal emboli, resmen toplumsal çıldırı. Barış, insanlık tarihinde en çok emek harcanan ve en çok bedel ödenen değer oysa. Aşkla. Ancak adalet kökünden gelmeyenler, bunu bilemezler. Bilim yoksunları asla asalete erişemezler. Anca pik ve dip arasında bocalama durumları. Durun bakalım sizin de sıranız gelecek. Eylüllere doğal denge kurulacak. Yeryüzü gerçeğidir, barışın önü ve gerisi mutlaka yüksek gerilimli savaş. Savaşın ardı arkası barış, bir sonrası yine savaş. Maziye inat maviye uzar gider devleşen aşklar...

 

Egemen dünya Eylül meylül takmaz. Başak sürgün verdiğinde, terazi kefeleri birlenir ve birlikler savaşa sürülür. Açıktan özgürlüğü yok edecek haksızlıklar, hain işgaller kıyasıya güdümlenir. Yerlisi yabanı kirli paslı günlerde, acıyı bal eyleyenleri sömürüyü gündemler. Ancak tarihe saplanan bu kitlesel imha planları uzun vadede tutmaz. Bu paranoit tutku anca umutsuzluğa kapılmış ulusları tam bağımsızlık sevdasına, ölüm kalım savaşına endeksler. Tıpkı küllerinden doğuşun, dirilişin, canlanışın ve emperyalizmi 9 Eylül’de denize döküşün timsali gibi. İç ve dış düşmanları titreten bir güneş çığlığıdır 4 ve 9 Eylül. Ey sevgili "ya istiklal ya ölüm" güneşe akının özü, dirilişin çekirdeğidir. Eylül’ü böylesine yaşamış olmak, her an her dakika nasıl da özlemektir özgürlüğü, pes yani. Aşk bazen işte bu denli uludur. Darbelerden ürküp dur durak bilmez aşk seli…

 

Eylül, renkleri çalınmış tablonun rengi, gölgeler tanrısının tılsımıdır, kara kışa dik dik diklenir. Yer yüzüne aşkla akan yeminli güneş kızartısıdır. Mavi gözlere dolan belli belirsiz imbat okşaması ve ana sıcaklığında diriliştir. Yaprak dökümü yaşayan Anadolu, her Eylül uykulu, hep çilekar. Eylülden kalan alınyazı tortusu, izli mermi. İzmli direniş. Kutsal isyan. Hayatın içine okuyan, kıytırık ressam tablosuna çalınmış renkler gerisingeri. Gökkuşağına iade. Değme virtüözleri kıskandıracak mükemmellikte aşk. Eylül’de aşk. Parçalanmış yürek çöplüğünden güpgüzel mabede yürüyüş ehli. Kutlu hedef aşk, adalet, barış ve gerekirse ölüm…

 

Böyle olur her Eylül başı suskunluğu. Bu kadar susma yeter. Eylül, ebedi hesaplaşma, hatalardan ders çıkarma, pişmanlık duyma ve özür ayı. Ay kararsa, ölüm gardiyanları kapıyı çalsa bir daha mı susmak, susmak asla. Çekmecelerde birikmiş, mavi mürekkep donatılı yazın koleksiyonları gözünden öper Eylül’ü. Aşkla. Mavi lacivert gözlerde eksilmez yaş, dillerden düşmez yas. Aşkın ve yasın renksiz fotoğrafıdır Eylül. Sokaklara taşan soluk yüzlerin aşk, devrim ve özgürlük haykırışıdır. Eylül bazen aşka özlemdir işte…

 

El heykelli Ada ve Eylül. Adalılara kıyıda deniz meltemi. Ufukta mavi bir gökyüzü. Deniz şafağına özdeştir Eylül. Ölümüne sevda. Gel de sevme Eylül’ü, ey sevgili. Aşkla anma…

27 Ağustos 2024 Salı

TÜRKÇE ‘NUTUK’ İLETİSİ

 

TÜRKÇE ‘NUTUK’ İLETİSİ

 

Sanki güneş tutulması. Memleketin ufku tutulmuş. Milletin umudu tutulmuş. Türkçe'nin nutku tutulmuş. Etraf ortalama orator resmi geçidi. Toptan biat sevri. Resen replikalog monolog devri. İtalik levhalar ithal. Harfler buruk. Kelimeler koruk. Akıllar tutuk. Öyle bir zaman ki gelip çatan, Türkçe nutuk atan başlar da baş altı da pehlivan tefrikalı. Baştan savma avam muhabbet…

 

Muhayyer makamdan en sevilen, sözde en beğenilenler bile sabık formda. Forsalar formsuz. Kayan aynadan okuyanı başka bir alem. Kafadan atanı başka evren. Atmasyonerin cibilliyetine tapmışlık dolayısıyla kullanılan kelimeleri, atılan söylevleri pek anlayan yok. Ama ters baskı, düpedüz ters manyel algı abartısına alkış gırla. Bukalemunvari utandırıcı heyecan, kelamungazi umursamazlık tırnak içinde müthiş. Resmen şatafat girdabında çalkalanıyor memleket. Sayısalı bilen yok sözde öğreten çok. Ekonomist mistisizmi ile yaşanan misli misliyle sözel tutulması…

 

Büyük ‘Nutuk’u okumaktan aciz lafta bir kutlu nesil. Fel fos, sonsuza felaket bir gidiş…

 

Atmograf atmosfer. Konuşan konuşana. İletişim sırf mevkiye yerleşim. Konuştukça kolpalarının doğru olduğunu varsayan ve dinledikçe yapılanların doğru olduğuna kanan bir etkileşim. Milletin nutku tutulmuş. İnkişaf harabet garabet. Ruhbilim dahi çökmüş. Felsefe bitmiş. Ekonomi dip yapmış. Siyasal yaşam sürgünleri hala koftiden nutuk peşinde. Kürsüler tutuk. Kutsallık kanlı. Baş köşeye kurulan Türkçe ne yazık ki yabancı kelimeler otağı. Odağında türlü dolaplar saklı.

 

Kusur saklamak dil ayıbı. Günah saklamak Din kaybı. Dil kirli. Din kibirli...

 

Türkçe, özünde mahsus destanlar, mahcup hikâyeler, büyük hayaller, umutlar, rüyalar ve isyanın dili. Dil bilmek ve bilgiyi dillendirmek ağır işçilik. Ama Dil kayıp. Dilbazlar tutsak. Sanki Türkçe'nin utku sarsılmış. İnsana ve lisana dair çöküş. Kulakları tırmalayan, duyguları tınmayan koşuk içine dâhil edilmiş nice ünlü ünsüz nida. Dili küçümseyenler ocağı sönük. Bir başka dil olmuş Türkçe. Tümceler, paragraflar hücceten gidik, günceler donuk.

 

Tevatür, literatür derken elde kalan külüstür külliye. Sanatsal merak eskiden de eskiye…

 

Türkçe'nin ufku daraltılmış. Etnografi siyasal iktidar kurbanı. Karma kelimeler bilinçsiz kullanımda. Etkili kuşaklar kuşa çevrilmiş. Dilin hece hece kanatları yolunuyor. Genel kültüre tezat uygunsuz arınma. Darılma ve uzaklaşma. Kapı dışarı durma. Türkçe Suskun. Nutku karışık. Kor ateş düşmüş yüreklere. Etraf aldırmaz yüzsüzlükte. Giden geri dönmez. Altyapı tarumar. Üst yapı Dil lal. Lisan, lisani harbiyle seviyesiz harp mağduru…

 

Türkçe bozguna uğramış. Hatta kendi insanı tarafından bozulmakta. Taraflı tarafsız herkes duyarsız. Vicdanı kara, gözü kara bireysel seçiciler ve seçilenler yüzünden güzel dilin yerine, yolunu bulan, hınç dolu içgüdülerin dili egemenleşmiş. Sinsice iz süren eskaflar tarafından lisan hududu günbegün delinmekte. Toplu inkâr, ithal ikame edilmekte. Türkçe arafta. Bitaraf edilmiş resmen. Hangi onulmaz savaşın mağlubu hiç belli değil. Hiç uğruna kıyım rafta…

 

Divanda başka dil seviciliği. Kargacık burgacık harf ayrımcılığı. Bu aymaz yolculuğun nereye varacağını bilmezler paslı çarkın başında. Çarpıcı ve dokunaklı göstererek, kıyadet vasfıyla kıymetsiz kavgaya su taşıyorlar. Araban buselik makamında ezgiler. Algılar sezgiler, lisanı hal kayıp merkezde.

 

Saygın makamlarda Türkçe'den Kaçış. Dibi derin piki serin, seri nutuk yandaşlığı ve adanmışlık dil pınarını bulandıran bulaşı. Etrafta uçsuz bucaksız bozguna paydaşlık. Yardakçılar tümden küstah. Yerden bitmeler tüme varış niyetiyle iniş dibinde. Çatlak çatışmalardan Dil ürperdi. Dilber ürktü…

 

Alfabe denizin dibinde batık, defin enkaz. Haliyle terkedilmiş terminoloji. Uyumsuzluk had safhada. Hadsizlik sayfa atlanmadan okunamaz kurgu açmazında. Kuşkulu akıllar. Ağır kusurlardan Türkçe'nin kalbi kırılmış. Eşraf her dilden kışkırtılmış. İnsanlık kuşatılmış. Küme küme kandırılmış. Sunumların sırrına lisan dayanmaz. İnsan dayanmaz. Sözde fark yaratıyor fiiller. Fikrin failleri belli. Fildişinden kuleler yalan. Ucuz filmlerin senaryosu sağlak. Yan tesiri zinhar anlaşılmaz. Kısa zamanda acı son kaçınılmaz. Derhal deşifre edilmeli şifli şifreler. Kesilmeli küflü üflemeler. Silinmeli süflü sünepeler. Özgürlük, maziye adanan, dile dadanan zulmün pençesinden kurtulmakla başlar...

 

Tekrardan Türkçe ‘Nutuk’ zamanı. Ufku sarsa da delik zırhlı duvar, duvarı yıkmaya Türkçe nutuk. Çünkü her şey değişir ama uluğ ‘Nutuk’ asla değişmez. Bu bilinmeli. Bilinsin yeter. Yeter ki ‘Nutuk’ okunsun ve okutulsun. O zaman kökten anlaşılır güneş tutulması ne mene, ufkun karanlığa boğulması ne bela gerçeklikmiş…

 

 

18 Ağustos 2024 Pazar

İLETİŞİM İLLÜZYONU…

 

İLETİŞİM İLLÜZYONU…

 

Bilimsel teknikleri bilinçli kullanıldığında iletişim bir illüzyon. Evet iletişim bir illüzyon. Zorlama taklitler ve yayvan hükmetme tarzı yeğlendiğinde ise bir bumerang. Üstelik kontrol kaybedilirse, yanlı ve yanlış hamlelere devam edilirse bir illet. Bir adım ilerisini düşünmeden, lafta arz ve talep gereği seviyesizce pozisyon alan postmodern iletişim madrabazlarına ise ‘point of sale’ yani pos cihazı. Bu borsası belli ‘satış noktası’ ranttan yüksek dozda paylanmayı sağlayabilir ancak bu iletisel cakalanmanın sonu illa ki karşılıklı nefrettir. Egemenlerce istenen iletişim ve tasarım belki de budur; çünkü nefret sarmalına savrulanlar bilgiyi ve bilimi reddeder. Ve bilinçaltına hâkim olan katı buyurganlık kolay işler. Oysa bu hal bizzat kendi kendini yok etme programına dönüşümdür…

 

Bu kısır döngüde lafta iletişim gereği eytişim ve yönetişim dışlanır, ön ve arka fonu sert ifadelerle tertiplenmiş, tektip yapılanma formatı dizayn edilir. Başta kimin hangi formayı neden giydiği pek önemsenmez. Ama kısa sürede ironik karmaşalarla biçimlenen eksik iletişim ve algı operasyonları dev facialara yol açar. Krizi ve kaosu beraberinde getirir. Yani toplumsal gerçeklikle asla bağdaşmayan, evrensel iletişimin yöntem ve değerlerine kesinlikle sığmayan iletim manevralarıyla sadece yön ve zaman kaybedilir. Öyle aynı gemideyiz iddiasıyla yaşamın diyalektiğine asla uymayan diyalogda veya monologda ısrarcılık ise total yaşam pratiğini önünde sonunda mutlaka kaybetmeye sabitler…

 

Hayatta kaybetmemek için hayatı kazanmak için; dil, diksiyon, ses ve beden dili diğer iletişim enstrümanlarıyla en doğru biçimde ve doğrudan buluşturulmalıdır. İletişimin alfabesini bilenler, iletinin doğasını doğru okuyarak ilerler. Yani bireysel ve toplumsal hayata ön vermek, yön tayin etmek, yer bulmak, kulvar açmak, büyümek büyütmek istenci doğru iletişimle gerçekleşir. Ismarlama iletişim metotlarıyla başarı sağlanamaz. Sağlansa da uzun soluklu olmaz. Kalıcı olmaz. Bu doğrultuda toplumsal kültüre denk düşse de düşmese de değişen dünyayı anlama ve anlamlandırma sanatıdır iletişim. İşte bu gerçekliği algılayan birey, bilim ve teknolojiyle doğayı kökten değiştirilebilecek güce erişir. Bu sayede toplumsal zenginlikler üretilir. Paylaşım artar…

 

Düşünceye ve düşüncenin diline dayalı iletim ve etkileşim süreci, edinilmiş algılardan süzülüp gelen değerlerle şekillenir. Süreç uzun yılları alan eğitim ve öğretim ile direkt ilintili devam eder. Süreç içinde ulusal, bölgesel ve yerel çapta görsel ve işitsel argümanlarla desteklenen iletişim güçlenir, alabildiğine gelişir. Ve rasyonel normlardan faydalanan etkili iletişim ağı, bilinmezin bilinmesine yönelik ortak akıl üretir. Eğer bireyler durağan çarpıtmalara kanmaz, arzuhalci mantığıyla kotarılmış sanal, yanal ve masal ceryanına kapılmaz ise doğru ve güçlü iletişim modeli toplumda egemenleşir…

 

Tarihsel gerçekliktir, kitle iletişim araçlarına sahip olanların gizli amaçlarla çizdiği rota, nihayetinde kendilerine notaya dönüşür. Yani hep kazanmaya ve kazlamaya dönük totaliter rejimin dayattığı iletme ve yönetme şematiği de gün gelir kaybeder. Bu arada salt gördüğünü yansıtan ayna akışkanlığı ve popülist geleneksellik takipçileri ivedilikle çark eder. Hemen paralel uydular yaratılır. İşte korkulası durum asıl budur.

 

Çünkü iletişimin varoluş nedenlerinden biridir imaj. Zaten yıllardır cilalı imaj devri hüküm sürüyor. İmaj ve imaj pazarlama sektörü vazgeçilmez olmuş. İmaj bambaşka bir boyutta yarı kurumsal ‘imaj maker’lerin konsept tasarımlarıyla toplumsal ve kişisel imaj salt üçüncü gözlerdeki duruş değerlendirmesine bağlanmış. Böylece doğru hitabeti besleyen ve güçlendiren etkenler kendiliğinden sıfırlanmış. Oysa konuşma toplum nabzını tutma eylemidir. Etkili oluşu ise bilgi, eleştiri, yönetişim ve motive gibi farklı formatların kullanımıyla gerçekleşir.

 

Diğer yandan yazmak da bir iletişim metodudur. Şairler ve yazarlar kelimeleri konuşturan değerlerdir. Okurlarla buluşturdukları kitapları, okurla etkili iletişim kurmaları ve okunmaları bizzat hayata dipnottur…

 

Tüm bu gerçeklik tersine çevrilmiş, akıl dışı heves ve akıldışı atraksiyonlarla, her alanda tüm donanım ve donatılar bir süreliğine el değiştirmiş olabilir. Değişmeyen değişmezlik, rantabl işleyen iletişim örgüsüdür. Bu nedenle despotik potlara aldırmadan uğruluk üleştirenlere ve üleşenlere, her ortamda 'gidişat iyi' deyip durup umursamaz bileşenlere, iletişim illüzyonuna tersten bakanlara, bumerang çarpmasıyla feleği şaşanlara, pozisyonu koruma pahasına aynı pozda debelenenlere, yarından tezi yok yüzde yüz iletişim bilinci kazandıracak, doğru iletişim dersleri şart...

 

Ancak aklı önceleyen iletişim için iletilmek istenen doğru bilgi ve yetkin donanım şart. Bilgiyi dostdoğru göndericiler ve öğrenmeye gönüllü alıcılar şart. İletinin doğru anlaşılacağı rahat ortam, doğru atmosfer şart.

 

Eğer ortam hazır ise doğru bilginin, doğru göndericiden, doğru alıcılara aktarımı başlar. Artık başlasın lütfen...

9 Ağustos 2024 Cuma

SIFIR KELEBEK ETKİSİ

 

SIFIR KELEBEK ETKİSİ

 

 

Gelişime ve değişime işaret eder kelebeğin kanat çırpışı. Tek çırpınış koca dünyayı dolaşabilecek bir kasırganın çıkış noktasıdır. Kelebek etkisi, oluşan kaosun büyümesini ve artmasını temsil eder. Aslında kelebeğin sembolize ettiği şey hayattır. Ancak hiçbir kelebek bir günden fazla yaşayamaz. Yani kelebekler, bir kelebek koleksiyoncusu ile tanışamayacak kadar az yaşarlar. Bu arada kendilerine kayboluşu veya varoluşu tattıracak ateşe pervane olurlar. İpeksi ağa takılmaktan ise sonsuzluğu seçerler. Sonsuzlukta var olan toplam bilinç, bir anlamda yok ediliştir.  Bu nedenle sistemli ve sinsi kışkırtmalar aklın merkezini kuşatır. İşte o kuşatılmışlık kelebek etkisi yaratır. Ama kelebek etkisi her zaman kasırga doğurmaz. Bazen kelebeklerin kanat çırpışı havaya küçük küçük etkiler bırakır o kadar. Yani yıllardır her yeni güne güncellenen ne yazık ki sıfır kelebek etkisi…

 

Öyle bir an gelir ki yürek dayanmaz. Kelebeksiz mevsimler hayatı bilene, gerçekleri kavrayabilene her dem bahardır. Her dem ilkyazdır. Çünkü tüm haksız işler, orantısız hükümler eşyanın tabiatına aykırıdır. Kaosu kavrayamayanlar kelebek etkisiyle uçurumun kenarında dolaşır. Akla zarar bir anda akıl kelebeklerini uçururlar…

 

“Kelebeğini uçurmuşlar, düşler aleminde uçurumun kıyısına doluşurlar. Derya denize karşı anılara dalarlar. Kelebeğin dünyası derin ve serin bir haykırıştır. Gözler ise çok uzaktan bakan tertemiz cam bilyeler. Kelebeği uçurmuşluk direkt ruhun sembolünü kaybetmektir. Ruhun özgürlüğünü yitirmek. Bu yüzden kelebek vadisi hafif ve zarif sırlarını ölü denize akıtır. Uçurum etkili kelebek, sevgi kelebeğidir kolleksiyonerlere ölümsüzlük sembolüdür…”

 

 

 

Kelebek etkisine kapılma, kaos ortası eşyanın en parlak yüzüne, en cilalı sathına hayranlığı çeşitler. İlk fırsatta tesadüfi ve geçici heveslerle meyillenme başlar. Aidiyet ve derin kanaatlere aldırmadan sabit fikirliliği yüceltmenin sonu salt kindarlaşmayı dirilten temelsiz fikirlere saplanmadır. Sessiz çoğunluktan sayılma uğruna sağır sarmalda zayıflayan ve gerileyen hayat savrukluğuna tepkisizlik yeğlenir. Kelebek etkisini bile bile kavruk kabiliyetlerle bir acayip şekilcilik türeterek yok farz etme yolu seçilir. Böylelikle yıllardır sıfır kelebek etkisi…

 

 

“Kelebeği tutmuşlar deli bozuk bir ışığa hapsetmişler. Dillerde dobra isyan, içte dominant yalan. Aşkın bir damlasını sıcak nabızda atan kelebek dövmesine feda etmişler. Ateşe pervaneler piri olsan elinin tersiyle it itebilirsen kelebek etkisini. Silemezsin. Kuru tozların süpürülür kızgın denize ve yola devam etmek için elinin tersiyle silkeleyip atamazsın kürek mahkumluğunu. Sakin kelebeğin ateşe yolculuğudur, sonsuzluk sembolü…”

 

Kelebek etkisi teoride, kaotik ve çarpık bir sistemde çok küçük girdi değişikliklerinin çıktılarda anormal değişikliklere neden olduğunu vurgular. Yani bir şekilde göz ardı edilen küçük ayrıntılar umulmadık sonun başlangıcıdır. Sıfır kelebek etkisi var denilse de kelebeklerin küresel, çift bileşik gözü her bir şeyi görür. Çünkü bu gözler yirmi bine yakın minik gözcükten oluşur. O nedenle nasılsa görmezler, asla duymazlar rahatlığıyla ayarsız atmasyonlar ve duvarsız atraksiyonlardaki ölçüsüzlük göze batar. Yayılan kelebek etkisiyle büyük fırtına kopar. Başı sonu belli hezeyan nihayetinde paranın ahengini bozar. Sıfır kelebek etkisi bile sıfırlanır…

 

“Kelebekler, akıl penceresinin canları. Kapı demir duvar, zemin taş yatak, gökyüzü azık katık, güneş kızıl kazık günlerin nazlı kalp çarpıntıları. Kelebeksi türbülansla kopan kasırganın yanık ve içli melekleri. Kelebek etkisi, uçurmaya tozutmaya en işlek maden. Madem aşk ıssızlığa bağlandı süpür gitsin akıl tozlarını sonsuz boyuta faslı. Fasıl kelebek modeli kodlanma ve umudun yeşerttiği öfkeyle ölümsüzlüğe çağrı. Kent ışıkları sorgular kelebeğin tek gününü. Büyük yanlışlar doğrular ölümsüz aşk gerçeğini. Ateş denizine yüz süren kelebekleri anlamadan, aşka ve özgürlüğe doyulmaz. Vurur kelebek etkisi, feleğin düzeni şaşar. Deli bozuk bir ışıkla sınanır sönmeyen yangın…”

 

Değişime ve dönüşüme işaret eder bir kelebeğin kanat çırpışı. Hatta o çırpınış tüm dünyayı dolaşabilecek bir kasırganın başlangıç noktasıdır. Kelebek etkisiyle kaos büyür, büyür ama neden ise huzursuzluk artmaz. Ardı arkası kesilmeyen bol sıfırlı kelebek etkisine sıfır isyan…

 

“Kelebekler adasında her yol denize çıkar. Zulüm insanlığa küsmüşlüğün darasıdır. Adamlık yanılsaması darağacı. Kutlu davaya kırmızı mumlu davetiye, aklın kıyısında kelebek etkili uçurum. Uçurumun dibi vurulan uçurtmalar enkazı. Eni konu sıfır ikaz…”

7 Ağustos 2024 Çarşamba

BİR KADIN BİR YAZAR

 

BİR KADIN BİR YAZAR

 

 

Kozmosa bir kadın doğmak, koskoca bir yazar olmak festivalinde var oluş üzerine derslerden çakılır…

 

Bir kadın bir yazar, kitabın ilk sayfasına ‘bir kadın varmış, bin kadın yokmuş’ diye yazar.  Yazarlık, bir konar göçer kadın teknesidir. Yazar olma sevdalıları kıyasıya boğuşur deli dalgalarla. Kadın yazar, yazar yazmaz anlar çok gecikmiştir. Masal gibidir her şey ama bedenin albenisinde, gözlerin kara rimelinde, alında pulunda nice aceleye gelmişlikler ve haksızlığa uğramışlıklar saklıdır. Bir kadına, onca, bunca, binlerce, milyonlarca, milyarlarca kadına tutulan ayna aynıdır. Bir kadın bin yazar bir araya gelse gerçek değişmez, masal şöyle biter; ‘Bir kadın varmış, bir gün yokluk doğurmuş, insanlık yok olmuş. Resmen Dünya yok olmuş’…

 

Yok oluş tezgahında ‘bir kadın bir yazar olmak’ çok şeydir aslında. Azap içinde azalıp, gemi azıya alıp bir acayip düşmedir kurtlar sofrasına. Aslı asaleti kaybetmeden çoğalmadır. İllaki kitabına uymayan bir göçmen kadın teknesi düşer dünyaya ve allı ışıklı görüntülerin aksine aynı yüzde bir bir sıralanır farklı suretler. Bir kadın doğar, bin yazar ölür, ‘olmak ya da olmamak’ festivalinde…

 

Bir eğitimsiz kadın, hala parmak basar binlerce yıldır kanayan yaraya.

Bir eğitimli kadın basar imzayı, koca ömrü damgalanır.

Bir eğitimli kadın, basar narayı, başı gözü yaralanır.

Bir akademisyen kadın, atar imzayı meslekten atılır.

Bir evsiz kadın, atar kendini sokaklara evcimence ev arar barakasızlığına.

Bir evli kadın, evinin kölesi olur ve binlerce yıl azad edilmez asla.

Bir işçi kadın, erkekçe çalışır makinelerde ama eşitler maçını kaybeder hükmen.

Bir işsiz kadın, hiç boş durmaz iş işler geleceğin gergefine.

Bir iş kadını, iş-eş arası saliselik mutluluk yaşayamaz, çocuklarıyla mutlanır.

Bir kentli kadın, kent diye uydu apartmanda odalara hapsolur, ne güzelmiş şu şehir der.

Bir köylü kadın, batak tarlada doğurdukça dertlerin en hasına dayılanır.

Bir ülkesini ardında koymuş kadın, ağıtlarda arar vatanını.

Bir ürkek kadın, ilini dilini toprağını binlerce yıllık yazıtlarda bulur.

Bir ilkeli kadın, bir ev kızıyken annesini görüp ev hanımlığından korkar.

Bir temizlikçi kadın, tüm pislikleri siler süpürür, eşin pisliğine bir şey yapamaz.

Bir sanatçı kadın, ölümsüzlüğü kanıtlayacakken evrene ölür ölür öldürülür.

Bir kanmış kadın, kendini bir şey sanmış sapığın peşinde sadakatini kaybeder sıfırlanır.

Bir gamlı kadın, milyonları kandıranlarca katli vacip versiyonlu, kırbaçlanır, sopalanır, taşlanır.

Bir savaş kurbanı kadın, hiçlenmiş kadınlığına selam durur.

Bir bedeni meta kadın, göz görmeyince gönül katlanır hesabı vesikalı yâr olur.

Bir hasta kadın, enkaz caddelerde ciğerindeki öksürüğe boğulur.

Bir yiğit kadın, erkek bulvarında çalınan kadınlığına yanar.

Bir genç kadın, kim bilebilir ki en doğruyu diye tek başına aranır.

Bir yaşlı kadın, kavalsız köyde it kavat dolaşanlarca aşağılanır.

Bir dul kadın, dudi dilleri tutulur zemin kaydıkça konuşamaz.

Bir korunmasız kadın, kadın koruması arar kapı diyar bulamaz.

Bir mülteci kadın, eş arar mülteciliğine müptela olur yalnızlığa dayanamaz.

Bir siyasi kadın, zindan dışı hürriyete dalar müjganla birlikte ağlaşır kör pencerelerde.

Bir sığınmacı kadın, talebine talip talipsizliğine sığıntı arar sağda solda.

Bir direnişçi kadın, tek tabanca kadın bulvarında erkeklere direnir.

Bir militan kadın, idealinden milim sapmaz yeraltından umudu tükürür yer üstüne.

Bir çaresiz kadın, kısacık fitil ateşlendiğinde göğe savrulur tek parça.

Bir isyancı kadın, işkence görür dayanır, işkence gözlerde büyür benzer evladına.

Bir asi kadın, yargısız infaz edilir ve koftiden yargılamalara başını eğmez.

Bir kutlu kadın, kutsal ölümlerden ölüm beğenmeye zorlanır, ölümsüzlüğü seçer.

Bir sahici kadın, zevki safa yaşar denir ama insanlık dışı harmanda önündeki tarlayı kendi sürer.

Bir kadın, bir kadın olarak cinsiyet ayrımına, pozitif ayrımcılığa ölümüne karşı çıkar…

 

Bir kadın doğmak bir yazar olmak, Bir kadın bir yazar olarak hayata devam etmek, doyasıya açılmaktır açık denize. Kıyı boyu festivalden çıkarılacak dersler, kara kaplı kitabın ilk sayfasına, ‘Bir kadın bir yazar’ tarafından özlemler bin kez yazılır; ‘bir kadın doğursun veya doğurmasın anaçtır. Dünyanın tüm çocuklarına, doğanın tüm canlılarına ayırt etmeden özünden, öz aktarandır’…

 

Ve bir erkek doğmak ve bir yazar olmaktan dem vuran soğan erkeklerine gelince, bu soğan cücükleri bir kadından doğduğunu unutur. Unuttukça kadınlar değil erkekler yenilir. Er kişi heybetli yazar, punduna getirip ne yazar veya ne yazmaz çoğu boşunadır. Çünkü bu siyah lale soğanlarının yazı kışı birdir, bir teki tekerlemeyi anlamaz…

4 Ağustos 2024 Pazar

ÇİPİLÇOCUK

 ÇİPİLÇOCUK

Tam sütlü kahvelik, bir öykü içinde öykü güzellemesi ‘Sütlü Kahve’…
“…Geleneksel fuar karşı kıyıda, tabelasında ‘damardan saz’ yazan mahalde. Sazlı sözlü buluşmalar mahmuruyum. Eksik yaşananları tasvirlemekteyim. Tipolojik tasnifime, balından yenmez
talebeliğimi, uzun yıllar süren hasretimi, ölümsüz seviye adanışı, adımladığım parke taş zeminleri, pencere önü atışmaları ekledim…
Forum için toplanılan kantinin, film tabakalı kapı camlarının tuz buz olmasıyla toz oldu bir döneme ait anılarım. Kitap düşkünü Naşide, komşu penceredeki Civilçocuğu görse severdi mutlaka. Kuşak farkından yırtan çocuk da kitaba düşerdi. Düştü zaten. Çipilkopilin, yanağında altın değerinde bir öpücük. Yüzü kızardı, hemen düzayak pencere dibine oturdu, verilenleri okudu. Çizgi seriler sonrasında cep fotoromanlarına serpildi. Renkli hayal dünyası, güzel kızlar, yakışıklı delikanlılar, aşk ve entrika. Kıskançlık bezeli benzetmeler, ara bozan kötüler, tek karelik kütükler, tek kerelik dudaktan öpüşler. Islak ve sıcak.
Çipilvelet, frensiz bisikletli ve kaflik misketli mahalle hırbolarının alay geçmelerini tınmadan okudu. Benzer senaryolardı. Çizgi romanlara bin basan bambaşka dünyalardı. Ama kızlara uygundu sanki, genç kızlık atraksiyonlar boldu. Yüzler değişik, yüzsüzler aynıydı. Birinde iyi, diğerinde kötüydü. Öyküler iç içe ve karışık. Kimin kim olduğu belli. Kimin eli kimin cebinde bellisiz garip aşklar ve aşka güven odaklı foto kareleri. Ufak kaçamaklar ve nifak saplantılar. Konuşma balonları ‘Düş Kürü’…”
Tam da öykülerin gölgesinde bir düş kürü güzellemesi ‘Sütlü Kahve’…
“… Kitap düşkünü Suzan Suzi, sütlü kahvesini yudumlarken, düşkürü peşine Civilçocuk öyküsünü okudu. Başı sonu belirsizdi ama boş hayal ve çok yalan örgülü değildi. Derinliği yakalanamaz güzellikteydi. Gerçek hayat aldatısıydı. Yakalanan çirkeflikti. Çirkin dünya kurgusuna güzelleme yapan çizgiden kurtulmak istedi Çipilçocuk. Çizgi romanların uyduruk kahramanlarından ve cep
romanların kaypak karakterlerinden gına gelmişti, bıraktı hepsini. Aklından çıkardı. Düzayak pencereye seslendi, ‘Ferzin, okumayacağım artık bu zırvalıkları…’ ve okumadı bir daha...
Civilçocuk, hayat penceresinde hiç resmi olmayan, resimsiz sade yazı, sadece okumalık kitapla tanıştı. Bakmalık, sayfa atlamalık değildi. İlk kez resimsiz kitap okuyordu, okudukça bayıldı. Aynı kitabı iki kere okudu. İlk okumada kaçırdıklarını, sonrakinde yakaladı. Sıkıcı satırlar bile bilgi ve deneyimdi. Çipilçocuk böylece ufaklıktan kitapların içine düştü, bir daha çıkamadı. Kapısına dayanan düş kürü, pencere altı dünyasını ışıttıkça aklı ve gönlü hepten kitaplara aktı. Civilçocuk kitaplara düştü, kitap düşkünü oldu.
Hayatın kırık çizgiler, renkli fotoğraf kareleriyle sınırlı olmadığını öğrendi. Yepyeni ve düş ötesi yaşamdı önüne sürülen. Ödülü yanağına sıcak bir dokunuş, Ferzin’den imli simli masum bir öpücüktü. Çipilçocuk onlarca yıl geçti ilk aşkını unutmadı, unutamadı...”
Tamamen unutulmazları unutturmamak için öyküden öyküye köprülü geçiş güzellemesi ‘Sütlü Kahve’…
“…Yazer Ferzin’i kaybedince, birgün pencere dibine oturdu ve yazdı. Bir kere mevsim yazdı. Düşlerden düştü hayata çivilendi. Karakışı yazdı. Suzan Suzi dinlerken karardı dünya. İlk yaz başı
kar küründü. Suzan aşka gelip öğretmeni gözlerinden öptü. Gördü ki düş kürü ve diğer öyküler deniz gözlerde…”

3 Ağustos 2024 Cumartesi

İMZALI FUAR İMZALI...

 İMZALI FUAR İMZALI...

Fuarsı gökkuşağın içine hapsolmuş imza sözler
beynime damlıyor imlası bozuk çetin sorular
imalı yanıtları da yok sultası sırf yalandan.
Gönlümün rengini giyinmiş sustalı şiirsiler
her dizesi acıtıyor düşlerimin şeref listesini
hevesim furya kırılıyor aniden.
Poz poz fotoğraflar var hikayemde can çekişen
bu fuar seksek karelerinin içi boş kaldı yine...
Hedefe attığım mermer kırığı taş izli mermi
altmış parçayım sıra dağlara ulaştım
ardımda saklambaç sarhoşu marşandiz.
Kukalandı çocukluğum gençliğim ipi atlayamadı
kitapsızlara kilitli fuar havasındayım yine.
Bi vakitler gösterdiğin pembe meme ucundayım
o halde ben varım sen yoktun ezelden.
Yüzyüze geldim varını yoğunu satanla aniden
sorusuz parola parlıyor şavkı şakağımda
akıl küremin içine hapis deniz gibiyim hepten.
Kuyuya attığım renkli misket tanesi camdan
karşı yakada tüm buzlu camlar kırıldı hardan.
Çarpışma sarhoşuydu işim eşim aslım
ispatlandı çocukluğum ıskalandı gençliğim
son sürat tur atladı sonbaharım…
Ne me gerek acıları yaşamak taksit taksit
gördüğüm diğer pembe uçlu memedesin o vakit.
Bir varım bir yokum pire berber iken tokum
fuar tellalı terelelli elde ata tohum.
Sen varsın varıma yoğuma tapınan bir tek
Gün döndüğünde eridikçe eriyorum melek
bir tutamlık sevişmeler arzuluyorum kahpe felek.
Garip bir enerji erketede içimde
kuştüyü hafifliğinde ahulu hislerim
doya doya içime çekeceğim seni son kez.
Sakın kızma gencogül kız
elimi uzatsam usumda masmavi bulutlar
ıslak dudaklarında kesif kekik kokulu naz...
Gecelerin bi gecesi sarı sıcak kırlardayım
sabahlar doğmasın imzasız fuara
kalbime namussuz kör bi bıçak saplı sanki
kara sevdaya hasretim hala öldükçe ölüyorum.
Sapkın yıllar kâğıttan gemi gerisin geri girdap
azgın sularda yalpalıyor yalap çalap.
Gün boyu kaç kez düğümlendin boğazıma bilsen
geceler delirmiş boşa üzüyor tenimi
dalgalı boğaz boyunca terletiyor kelebek etkisi.
Çarçabuk kaçıp gitmelere yanıp tutuşmaktayım
öldükçe ölüyorum dirilişim sıcaklığının eseri
işte o esere eriyorum fuar imzalı…

KİŞİLİKSİZ FERMAN

 KİŞİLİKSİZ FERMAN

Lafazan bilgelik sazan bilgiçlik gölgesindeki kalpazanlar
hayvanlar alemine anlamsız kıyımı resmen pazarlayanlar.
Demek kendi kendine akmıyor artık densiz zaman
sahipsiz barınaklarda uzlaşı sessizliği sokaklar can pazarı.
Evrensel çığlığa eşlikçiler itlafa çıldıranlar haykırısıdır
bu zorla dayatılan aslı astarı biçimsiz kişiliksiz ferman…
Gökte döner mızrak ötenazi neonazi gamalı haç
gariplere canice kitlesel imha tek amaç.
Faşizmin ara nağmesi her karşı çıkışı horlamak
insan insan olmaktan çıkmış salt inleyen mahlukat
eksik gedik sorgulamalardan besleniyor iğreti saltanat.
Kurulmuş kan pazarı kukla deneyimin sonu tam sefalet
itlik hızıyla kindar gözlem toptancı cehalet…
Kuru gürültücü yalnızlığı güncelliyor sifli zaman
taraflı tafralı takıntılı akıllarda tek çare soyka ölüm
dayatılan uyutmalık kanun elde var sıfır çözüm
Tanrı katında herkesi yaralayan teklif resmen faşizan…
Sahipsizlere sokak arası uyutma kalkışması mitleşen tutku
kadir bilmezlik gürültüsüne sessizleşmek güdük korku
sahiden sessizlerin sesini duyurmakla gerçekleşir tek utku.
Mürekkep yalamayanlara baştan savruk harekât yıllarında
gün aşırı köşelerden dökülür kıçı çıplak çaylak ilişmeleri
ileri boyutlarda itleşmek dertlerden sıyrılma senaryosu.
Yıllardır sapkın bloklaşmaya yeterince direnmeyişin neticesi
kendi halindeki hayvan nesline dahi saldıran ortak bilinç ayıbı
çok bilir bölgesinde tam bilgiç gölgesinde ‘hayvan mezarlığı’…
Biçimsiz kişiliksiz fermana sığınmak baştan sona zulmetmek
eldeki gücün farkına varmadan güç kaybı biriktirmek
yakın gelecekte kendini yapayalnız dostsuz bulmak ve yitmek.
Kabına sığmaz büyüklenmeyle alemi bloklayan hazin öyküde
kıyım ve kırım blokçuları mantıksızlığın arkasına sığınan maraz.
Alemi takmayan faşizan dürtü sokak hayvanlarına dek dayandı
demek lafazan bilgeler sazan bilgiçler gölgesi koltuk derdinde.
Derbeder çağdışı tayfa kendi dışındakilere ölüm ister ulur meler
cılk kanun tafrasıyla ortalığı bizzat karıştırır gölge kolpazanlar…

21 Temmuz 2024 Pazar

SIĞINMACI DALGASINDA GEVREK AÇILIM

 

SIĞINMACI DALGASINDA GEVREK AÇILIM

 

 

Üç beş gece ‘El heykelli Ada’da gece yarısı ve sonrası sahil boyu ve kale içi gözlemlendiğinde veya bir köşeye oturup imli simli sirkülasyon izlendiğinde tek bir gerçekle yüzleşiliyor. Fotoğraf karelerine girmeye hevesli sığınmacı ve yabancı istilası. Turizm budur, böyledir gevşekliği ve yakıştırması günün gerçeğini izahtan çok uzak bir yaklaşım. Aslında vaka deniz, kum, güneş edebiyatıyla açıklanamayacak denli vahim. Konunun derinlemesine uzatılması ve genel doğrularda kesinlikle uzlaşılması gerekiyor. Yerel kanunlara ve evrensel hukuk çerçevesinde insancıl hamlelerle bu temel sorunun çözülmesi gerekiyor. Aksi halde yerli ve milliler, gevrek sığınmacı ve gevşek istilacıların gölgesinde kalacak. Ve yeraltını ele geçiren bu vatansız yığın, elde vatan bayrak bırakmayacak...

 

Ekonominin dip yapmasıyla büyük şehirler özellikle deniz kıyısı kentler, turistik beldeler yasal dayanağı belirsiz, sosyolojik düzeneği bilgisiz, sığınmacı saldırısına uğradı. Mahaller mülteci yatağına dönüştü. Ortalıkta yaprak kımıldamazken garsoniyeri, daireyi, villayı, kapan bu savaş kaçkınları Misak-ı Milli’yi ‘ben-biz’ çizdik havasında kentin hakimleri oldular. Hınca hınç meydanlarda havalarından geçilmiyor. Tüm geçici sığınmacıların, kaçak veya mültecilerin kayıtlı olanı, kaçak olanı her nasılsa bir şekilde gayri menkul ediniyor. Bu yolla topu kayıtlı göründükleri şehirlerden kopup batıya ve güneye akıyorlar. O yüzden deniz kentlerinde boylu boyunca bedeli ağırlaşan çözümsüzlük eşik atlamış durumda seyrediyor...

 

 

Peki sonuç nereye gidiyor, çare ne probleme akıl ve bilim koyan yok. Malum iktidar kıyı köşe mesken edinen bu geçici koruma statüsündeki sığınmacılara gerisingeri yaptırım uygulamak yerine keyfe keder onların tercihine bırakıyor. Tam muhaliflik muamma. Yani sığınmacıların sebep olduğu yıkım görmezden gelinerek hala ademiyet ve hamiyet propagandası yapılıyor. Yağmaya göz yuman umacı yazar çizer takımı kullanılıyor. Oysa bu hinlik kokan himaye girişimi demografik yapıyı hepten tehdit edecek boyutta. Yarın çeşitli kalkışmalara katılımcı olabilecek artan sığınmacı birikimi söz konusu. Yani sürekli insanlık ölmedi demenin ve cilalanan din kardeşliği masalının faturası çok ağır. Şimdiye dek boşluğa sallanan resmi rakamlar dudak uçuklatan büyüklükte. Biz ‘büyük ülkeyiz’ böbürlenmesiyle gayrı resmisi ise hak getire. Yani yerli ve millinin gasp edilen temel hakları, resmen gevrek ve gevşek sığınmacılara aktarılıyor...

 

 

Memleketin göz bebeği denize kıyı kentlerde, karanlığa ıslık çaldıracak denli dehşetengiz bu konuşlanma konukluk dışına taşacak pervasızlıkta. Öyle ki her kıyı beldesinde her on kişiden biri kayıtlı veya kaçak sığınmacı. Dünya savaşları tarihinde bile böylesi bir istila yok. Üstelik bu ampirik birikim, yüzyılda zar zor elde edilmiş her birikimden, her şeyden, en doğal haklarıymış havasında pay alma hevesinde. Sınırsız konukluğu terk edip batıya kaçış peşinde. Kalmaya kanaat getirenler ise kendilerine aktarılan kaynaklardan doyumsuzca faydalanmanın ötesinde yeni talepler açma küstahlığında. Yani nüfusun yüzde onuna dayanan sığınmacı kesim, yan gelip yatarak günlerini gün ediyor. Konuksever ülke insanı ise sanki çilesi hiç dolmayan yabancı olmuş, sığınmacılar ise en küçük fırsatta ev sahiplerine efelenmeye kalkışan milli ve yerli olmuş. Yerli ve milli pozunda devlete ve millete dayılanma tavrı bile ‘ülkemde savaş var geldim' yalancısı ve kaçakların uhdesine geçmiş. Durum böyle hatta daha beteri.

 

 

Yurtseverlik gereği bu realiteye dikkat çekenler, birilerince hemen mülteci karşıtı olarak damgalanıyor. Yani mülteci edebiyatıyla bir memleketi açıkça istila etmiş bu sığınmacı dalgasını makul görme havası pompalanıyor. Soruna çözüm arayanlara bildik tayfadan yıldırma tarifesi. Bu anlağa angaje kerkenezler, sırça köşklerinden çıkmadan, bilumum keyif metotları denerken, daha sığınma dendiğinde sığ akılla bu kendi vatanına ihanetçileri yayvan ağızla savunma yaygarasında. Bizzat sokağı yaşayanları hümanist olmamakla suçlama peşinde. Bu suç atar bonus dincileri ve fanus solcularının, yersiz ve gereksiz sığınmacı pratiğe bakışı, hiçbir teoriye bağlanamaz densizlikte. Yerli millet dip yapan ekonomi politikalarıyla resmen sığınmacı pozisyona evrilmiş, geçim derdine düşmüş, bunlar zevzeklik hevesinde.  Vakaya lafta hümanist pencereden bakıyorlar. Yarın sıkışan sığınmacı sığırtmaçlar kapılarını çaldığında çok geç kalmış, çok çok geç kalınmış olunduğunu anlayacaklar ama maalesef malzeme bu…

 

Bol kepçeden atan bonus dincilere kıytırık din kardeşi, sağ akılla sıkan fanus solculara çıkarcı iman taifesi olan bu geçici sığınmacılar her yerdeler. Sıfır vergi, sınırsız hizmet, kader kısmet gaspıyla geçici olduklarını bildikleri halde iktidardan güç alarak kalıcı olma gayesindeler.  Oysa tarife belli bu ensar-muhacir hislenmesiyle memleket batıyor. Gelmiş geçmiş veya gelecekte benzeri olmayacak milyonlarca sığınmacının emperyalizm ve yerli işbirlikçileri tarafından yerinden yurdundan edildiği bilindiği halde herkes sağcıl fark yaratma derdinde. Özgürlükleri için savaşmayıp sıvışan bu beş, altı, yedi milyonluk kavim-kabile artıkları kısa sürede toplumu gerisingeri dönüştürecek yetkinliğe erişecek. Peki o zaman ne alacak? Cevap yok, aile fotoğrafında yer alma ve masa kapma telaşıyla gevrek gevrek pişkinlik var…

 

 

Bu acı reçetenin asıl kimlere yaradığı belli. Bu sığınmacı topacın ekonomik çöküş nedenlerinden biri olduğu niçin önemsenmez. Şimdiye dek geçici koruma modunda sığınmacılara otuz beş-kırk-kırkbeş-elli milyar dolar belki de daha fazlasının harcandığı kayıtlara girmiş. Hal böyleyken yerli bonus dincileri ve milli fanus solcuları yıllardır süren bu sığınmacı dalgasının şimdilik nekroz, yakın zamanda nevroz sonuçlara gebe olduğunu niçin saklar anlaşılır gibi değil. Ayrıca bunlara harcanan para azımsanacak bir rakam değil, vadesi yakın ülke borcunun ‘beşte-onda’ biri…

 

 

Çok bilir bonus dincileri ve çok okur fanus solcuları kabul etmese de bu sığınmacı istilası tam bir beka sorunu. En temel sorun. İçeriden dışarıdan bu sığınmacı dalgası aleyhte körüklenirse sığınmacı cenneti bir anda cehenneme döner. İç ve dış güvenlik çöker. Kapıya dayanır felaket. Aynı gemideyiz hikayesi de biter. Yani kanun dışı demografik tazyik, dengeleri değiştirir, istikrarı bozar. Ve Cumhuriyet çöker…

 

Bu çıplak uyarıcılığı etnik ayrımcılık gören, yabancı düşmanlığı görenlerin, başta bonus dincileri ve fanus solcularının sanki başka memleketleri var da uyaranların yok. Ulusa burası son durak. Ayrıca biz kimiz, onlar kim? Bakın bakalım yakın tarihe. Keskin bıçak kemiğe dayanınca ‘olan olur, olmayan kader’ safsatasına gevrek ve gevşek sığınmalar artık yeter...

 

 

Malum iktidarın, geçici korunma altındakilerin, mülteci formatına asla sokulamayacak sığınmacı ve kaçakların, kısa vadede uzun yıllar giderilemeyecek hasar bırakacak saldırganlığına yeni açılım ise akıl dışı; ‘isterlerse giderler, biz göndermeyiz, gönderemeyiz’. Peki neden?

 

Üç beş yıla ‘El heykelli Ada’ya çıplak gözle bakıldığında yabancılar yerli, yerliler el olunca bizim gevrekler acaba neler geveleyecek? Bu gevşekleri ve kararan geleceği yaşayıp göreceğiz…

16 Temmuz 2024 Salı

TEŞEKKÜRLER ADA, TEŞEKKÜRLER EL HEYKELLİ ADALILAR!

 

TEŞEKKÜRLER ADA, TEŞEKKÜRLER EL HEYKELLİ ADALILAR!

 

Şu artık yeter gari Temmuz sıcağında, denizden kopan ılık bir esinti esnetiyor Ada sahilini. Meydanda bir kuru kalabalık kasım kasım kasılıyor. Topu ‘kitapsız’ soluklanmaya ve solmaya hevesli sanki sergilenen binbir çeşit kitapların yüzüne bakan yok. Kapışmaya namzet Adalı yazarlara şöyle bir nazar ediliyor. Bu arada yalandan ‘memleket kurtulmuş’ tragedyası gediklileri boy gösteriyor. Bir yanda kılı kırk yaran incelikle, uyarına nasıl söylenir ‘uyumsuzluğu’ kılıçların gölgesinde yazanlar. Diğer yanda zerre zümre kaderine boşluk yazılanlar. Gerçekte olanları veya olayların gerçeğini umursamadan, ummadıkları bir anda yeni kalkışmalar hortlayacak korkusu duyanlar. İç bayıltan hamur kokusu alanlar, aman canım hortlarsa hortlasın biz lokma ve meşrubat kuyruğuna girelim telaşına kapılanlar. Panayırlık lokma girişkenleri internasyonal bir çeşni sunuyor tedbirli temaşaya. Teşekkürler Ada, teşekkürler Adalılar anladınız siz ne söylemek istediğimi…

 

Vatan millet adına izlenimi verilmeye çalışılan, bir buçuk saat zor dayanılan hengâme, siyasetin ana gemisinin çoktan teklediği, dibinin iyice delindiğini bizzat tescilliyor. Bizimki resmen annaklamak, anılara tortu katmak. Yirmi küsur yıllık hayat bilmecesinde kareleri karartanların, bir geceyle zor aklanacağını veya artık aklanamadığını az buçuk görmek. Anıların tozlu raflarında kalacak balkon pozlarını postalamak. Mesele postalların izinde tarihe kara leke davudi şişinmelerin, eline som altın koz verilenlerin, yüksünmeden tam gaz gazlayanların mesajının nereye gittiğini sorgulamak. Sorma gitsin topuna Babil surları demek. Yerel genel intiba, iktidarın iktidardan sayılmazlığına ramak kalmış gibi. İllaki intibah. Millet ar damarı çatlamış ak sayıklamalara, her fırsatı bol kepçe yandaşlarına harcayanlara yeni bir fırsat tanımaz sanki. Temmuz karanlığında ruhu terki diyar edenlere yazık gerçekten. Ne uğrunaymış tüm çaba, iktidar nerdeyse çakılmaya yüz tutmuşken çok geç anlaşıldı. Bu temmuz kızgınlığında savaşkan nutuklar kurtarmaz malum zevatı. Teşekkürler Ada, ‘El Heykelli Ada’lılar neyi söylemek istediğimi anladınız siz…

 

El heykelli Ada’nın lafazan siyaset tellallarına aldırmayan adalıları, meydanı ve ikram kuyruklarını yabancılara ve gurbetçilere bıraktınız. Yerli yabancı turistlere kısmen köşe başıcılar, köşe dönücüler, deşifre olan feleği şaşan şahika, kurbağalama yüzen gurkalar, yüzde elliyi görmekten umudunu kesenler, suçu günahı yirmi küsur yıllık muhalefete yıkanlar, yalanı talanı Allah’a havale edenler eşlik ettiler. Yani zeytinyağı gibi üste çıkanlar, arapsabunu gibi kaygan balkon tiryakileri, ak saray havarileri, hariçten harçlıklanan hariciler, utanmazca ‘Mavi Gözlü Sarı Paşa’ya sarık sallayanlar, ‘istiklal marşı’ okunacak diye gerisingeri kaçan her daim mazlumlar, mumları yatsıya kadarlıklar, felekten bir gece daha çaldılar. Çalsınlar bakalım. Bunlar ki ülke yansa, mutfak yansa, kentlerinin ormanları yansa veya bir muamma yakılsa, muhteremin mahreminde kıllaşanlar, hileci hurdacılar, hülleci gülleciler, fildişi sedef kakma kutucular, kapalı zarf açık tasnif ihaleciler, tek renk kelebekler, siyah laleler, silkelendikçe sikkelenenler, sirke küpüne bal çalanlar. Topu ezik mezik meziyetsiz, dolandı meydanı. Fiyakalı fuarcılar, bu sözde ‘kitap’ severleri, kutsalı puta puntalayanları, boş bulduğu mezara sıvışanları, defteri kebiri sağdan almaya tapanları hiç takmadılar bile. Velhasılı kelam, bir ikram pir ikram mir kalemler, size de çok, çok teşekkürler. Teşekkürler Ada, teşekkürler ‘El Heykelli Adalılar’ anladınız siz neyi söylemek isteyip de harfiyen söyleyemediklerimi…

 

Yıllar yılı adım adım kısıtlananlar cennahında durmak ve direnmek kaydıyla, ısırgan Temmuz ortasına mahirane bir makale astarlamak için mastar ekleri de kifayetsiz. Ünlemler de işaretleri de. Artık bu tarifsiz keyifler muhitinde tanrı misafiriyiz, onu iyice anladık. Allah’ın çölünden, dağından mültecilere ne gerek, hipotezleri tiz hipotezcileri titiz bu meşum âlemde, kendi ülkesine yabancı ‘mülteci’yiz biz. Düş kırığı, ses kısığı, malum rastlantılar diyarında bir garip yolcuyuz. Hüzün dizilse de boğazımıza, her hazan yüzdesel tek başınalığa tepkili, inadına tek başınayız. Bu tekilleşmeye son söz; ‘Üflediğin can tükeniyorken canımızda ey canan, gücümüz yettiğince hala seniniz, ilelebet emrindeyiz, hedefine amadeyiz, her daim yolundayız, dönmeyiz yolumuzdan asla ve hala isyandayız…’

 

Gezdiğim gördüğüm, incelediğim irdelediğim kadarıyla dünya hep ayni, istikrarını istatistiklediğim şu bereketli memleket bitik. Yıllardır ayni ahval ve şerait, ayni minval üzere birlik. Minnet ve ihanet deryasında adamcıklar ve adamsılar öbek göbek yayılıyorlar denizlerden içeri. Sanki onlarca yıl, iğreti ve irkilten bir karamsarlık tetiklenmemiş gibi her biri çoktan açığa düşmüş sinsi uyanıklığa sarılmış kurgucular.  Bundan böyle ara kesit aşikâr, keli fodulu yok kelsi fellisi yok, akde vefa yok vade yok, veda yok veda hutbesi yok. Zaten yok oğlu yok. Demek ki gücenmek vazgeçmek yok, tırsmak pırsmak yok, hapislere tıkılınsa sürgünlere uğranılsa yalpa yok, sellere kapılınsa zelzelelere uğranılsa zikzak yok. Çünkü ailede geçim yoksa genel seçim var. Teşekkürler Ada, Adanın damları, adamları iyi ki varsınız. Siz anladınız neyi niçin söylemek istediğimi ve söyleyemediklerimi…

 

Yaksın varsın Adayı güneşin altın ışıkları, sinemiz hazır hedef şaşırmasın gümüş okları. Özlemle özgür figürler yoğurulan toprağa, suya ve ateşe, benliğe bin bir rengin ahengini sunan havaya, aklın rengini doğaya sırıyan denize, pik harflerle yazılan güncelere demirlemek var bundan böyle. Demirden korkmayıp trene binenlere ihtiyaç var. Hayatın diyalektiğinde daha neler var neler. Var oğlu var. O nedenle yılmadan, cehennem azabına dönen sevgiyi yaşarız ömür boyu. Aşkla; ‘Hey gidi soya çekim solculuk’ sırlarımızı sabırla ateşe gömeriz. Bin ömür sır tutar, bir ömür sur yıkarız. Surun üflendiği güne nispet, kırmızıya yeşil, aleve kızıl, maviye deniz, kızgın demire can katarız. Kula pula, kuşa kurda eğilmeden, el etek öpmeden eriyip eriyip dirilir, ışığa pervane olur suya yazı yazarız. Yazgıymış demeden, aklın dengine, ahenkli kelimelere kim hükmederse biz o hükümetten oluruz. Gerisi hükümsüzdür bize. Bu arada değme keyfe gerekiyorsa en değerli hükümlülerden oluruz. İyi ki bize bizi anımsattın, bizi kendimize getirdin sevgili Ada, ‘El Heykelli Adalılar’ sonsuz teşekkürler. Siz neyi söylemek istediğimi çok iyi anladınız…

 

Hey, bu güzelim Adanın artık yeter temmuzunda, can yakıcı dolduruşa gelip kitap sergilerini pas geçen, bilabedel şerbetli lokmaya ve soğuk meşrubata koşanlar anladınız siz. Ummandan ummana hep aynı umursamazlık. Size tek paragraf daha harcamam, toptan anladınız ama amması var…

 

Not: Kıyı şeridi kentli gerçeğidir; Ada, Adalılar ve Ada yaşayanları yazın Cuma, Cumartesi ve Pazar akşamları ve geceleri meydanlar, sahiller aşkın kalabalık olduğundan zorunlu olmadıkça evlerinden pek çıkmazlar…

 

 

EYLÜLDE AŞK, ADALET BARIŞ VE ÖLÜM…

  EYLÜLDE AŞK, ADALET BARIŞ VE ÖLÜM…   Eylül ile özdeştir aşk. En eski alınyazıdır alnı kırıştıran, yürekleri kıpraştıran. Altın sarıs...