TAM SAHA PRESS, YIKILMAZ BLOKSS...

24 Şubat 2025 Pazartesi

BİR GÜLÜCÜK NİRVANA

 BİR GÜLÜCÜK NİRVANA

 

Yalandan olmayan, yarım kalan öyküler var özgün ve şaşırtıcı. Aşkın güzelliği ve dönemsel sürprizler, geri çok geri dönüşler damgasını vurur hikâyeye. Bu ileri geri düzeneğinde, tarihi çatışmalar, gizemli çalkantılar ve kuşak farkı atışmaları çok renkli ve ilginç olaylar yaratır. Betikler, betimlemeler, çeşitli adetler ve çapraşık görenekler felaketleri besler. İçiçe geçmiş tüm öyküler, kıvrak, akıcı ve akıllı, yalız, yalın ve yalımlı bir üslupla bizzat yaşanır. Gerçek hikayeler, usçu dil taktiğiyle, usta işi kurguyla yarım kalmaz. Sonu yalandan da olsa biter…

Ege destekli bir metaforda yeşeren Yeşim, bu hikâyede unutulmaz asla unutulamaz biricik sevgili. Eflatuni bir aşkın efsunkar kahramanı. Tüm yolları palaz paldıraz denize çıkan yazlık kasaba ‘Alpunar’ın tek ortaokulunda, bir kutlu öğretmen kızı. Nesim, Alpunar’a gelik, çımkı gibi bir ‘yürük’ yetim. Yaylak kışlak hayatı bobacığı ölüverince bitmiş garibin. Anacığıyla, bir bakla sofa alacıkta kala kalmışlar. Yürük işi, gücük akıl işte yayla dönüşleri geciktiğinden, anca anası bastırınca mektebe yollanırmış. Zaten akranlarından iki yaş geç başlamış mektebe. Nesim sınıfa utanarak girmiş ama utanmadığı kişi Yeşim olmuş. Yeşil yalpak bakan ruh eşini bulmuş, içsel uyum nirvanasını yakalamış sınıf ortası…

Aşkın merkezine çöreklenen metabolizma, sanki meteor yanılması yaşatır ölümüne. Bedenleri ‘ikiz alev’ yalar, kalpler kuşatılır. Kuru kuşkular daima kölelikten yanılsamalarla birleşir. Kulatözü ‘yürüklük’ kaybetme hissini yüreğe oturtur. Ufecik fesfeseler ve uyumsuz ruh eşi evreni hareketlendirir. Zordan iyiye geçişte doğan aldatmacalar dışındaki her şey, aşkın kutsanmışlığıdır. Başta denizi sevmek ve dalgalanma arzusu işlenmemiş elmas gibi eklenir faleze. Ve sahici övgülere kapılır aşıklar. Yürük illerindeki kölge arayıcıları, diyardan diyara dağılan, denizin Egeye özgü söylediği gülünç aryaları dillendirir. Derinden duyulan aşk nakaratları sapsız sapansız öylece iki arada üretilmiş, bir derede tüketilmiş, söz temsili uydurulmuş değildir. Her biri önceden belirlenmemiş ama kalpten benimsenmiş ve özel bir yöntemle aklın karmaşasından kurtulmuş gibidir. Sözgelimi aşkın varlığından habersiz, kara düzen vurulur mızrap. Tellere özenle yaklaşılır. Aşkın kahramanının kabiliyetine göre biçimlenir binlerce yıllık özlemler. Yine de en riyasız ve en doğal aşk hikayeleri en baştan ta öte başa benzer yaşanır.

Yeşim’in yeşil gözleri göç şiiri yalnızlaşması. Nesim’i rahatlatan, gönül göçerten o bakışlar ‘Bir Gülücük Nirvana’ aldatmacası. Yetim Nesim, aşkı nerden bilsin, yüreğinin inceden sızıya yakalandığını bilir ama. Şıpbıdak annına yazılanları kara yazgısı beller. Değil mi hemencek aklı şaşmış, kalbi şarşar atmıştır. Bir kere sırlı sürahi çatlamıştır. Sıvışır anacına, n’olcek çoluk çomak aklı işte;

- “Ana, ben büyüyünce, öğretmenimin gızı Yeşim’le evlencem. Yeşim benim eşim olcek. Sana sarı gelin. Sen de varıp isteycen, Alla’n emriyle. Bak ne deyom, duymadım deme, hazırlıını şindiden yap. Hemen ikindiden başla zaman çabuk geçiveriyo…”

- “Biyol du bakem sen, fakır fıçısı seni. Bak sen. Toy toşuk seni, bizim sırça asarımız, bi gıyıdan para başarımız mı vaa ki şaddak gidem. Dul yürük bi gadınım ben. Hemide daha epey vakit vaa evlenmene, okucen ya sen. Okucen. Ünleme ööle gaşımda, aranıpduru belasını şu kıçıçıplak. Benden bulma yürü git. Sen bıdışık gal şindicik. Fazla cırlaklama. Niydipdurun okulda ööle ganere seni. Savul deli efe savul, gokma düğününde vurur davul. Zangadak duyuluusa gıza da yazık, öretmene de mükkem ayıp. Durduk yere, nerden çıkıverdi bu evlenme, anlat bakem işin aslını faslını.”

-Ana, aynı sınıftayız ya biz. Ama benimle oturmuyo. Bi sıra önde bi gızlan. Ama tenefüsleede hep beraberiz. Bazen oturuyoz gonuşuyoz, beşlik bozuyoz. Bazen oynuyoz. Top depikliyoz. Çok seviyoz birbirimizi. Bana ‘büyüyünce benimle evlenir misin, evlenelim mi? deyiveedi. Evet deyiveedim. Söz sözdür ana, serden geçili sözden geçilmez.”

- “Ey gidi Yürük Ali Efe’nin dizi dibinden ayrılmaz oğul. Demek bu gız sene, gıymatı sakızlı kanfil. Firil firil karamanlık destanlarıyla büyüyen Çalıkakıcı değilmin sen? Len bizim oğlan neyine güveniisin? Efelik eskiden. Hunu bak gaari, ırahatlık ırak bana. Goskoca öretmen, bizim gibi bir garaltı yürüğe toy-tellal gız verii mi? Ellerin gızları mı bitti. Olmaz balım, bu iş de olmaz çalım. Çırpınma boşuna, oluru yok yalım.”

-Güzel anam, yaz gış ocak başında ekşi maya somun pişiren anam. Oklageç erbabı anam. Çırası yağlı çam odununun dumanı geçimimiz anam. Yüzü ateşte kızaran gızanam, kızma yüreğine ateş düşen pepi ufulağına. Bak odayı ıtır doldurmuş. Tırlatacam gel etme, büyüğümsün yegâne varlığımsın beni gırma. Yeşim’e ulaşmamın hiç mi mümkünü yok.”  

- “Madem öle mıy mıy etme, söz verdin demek söz yemek olmaz. Daha çok lüzger harman döver. Ayağa çarık gatmadan gaçış yürüğe yakışmaz. Vakti gelende öretmene varam varmasına ya n’edem de varam. Du bakem bi cırnak atem ınnacık, sen de bi kutlusi öğretmen ol, eşiti dengi olalım gari. Şööle yüzümüz olsun, gaydamız olsun. Gider isteriz o zaman gorkmadan. Sıkma canını. Oku çok oku emi, öretmen ol gel. Çık gaaşıma, çıkıverelim gaaşılarına. Alırız gızımızı golaylıkla…”

Ağırdan ağır başlayan hikâye, hafiften hızlanır. Olaylar devre bağlı dolaylı değişir. Bazen apar topar ana şema zıddına gelişir. Zorlukla kurulan cümleler, yumuşak tat bırakmasa da hak eder hikâyeyi. İnceliğin ve yaratıcılığın paldımsız konukluğunda, konar göçer Nesim n’etsin. Bidenecik anasının aklıyla uçtu Yeşim’e. Zerre teklemedi hatta o gün son, ömrünce hiç kekelemedi bi daha.

       - “Okuyup öğretmen olacam Yeşim. Olunca da gelip öğretmenimden seni isteyecem. Seninle evlenecem.”

- “Nesim, ben de senden başkasıyla evlenmeyeceğim. Gelmeni bekleyeceğim. Sıkı çalış derslerine, madem öğretmen olacaksın…”

Yürek acıtan öyküler, gece yarısı sonrası sokağa çıkmanın yasak günlerinden kalma. Yasak kaçak yoğun tempolu, bomboş caddeler gizliden turlanır. Kulak çınlatır, yarım kalan öyküler. Zaman mekân ayıracı altın tozları bulaştırır yüzlere. Hayattan kelebeksi ayrılmalarla, geç kalınmış ayılmalarla tamamlanır hikayeler.

Alpunar’ın merkezi, denize açılan sokakları, sahil şeridinde bugün acımasızca talan edilen yeşil alanları, iki bin beş yüz yıl evvel, denize dahildi. Ege’nin bildik, ziraat cenneti ovaları henüz oluşmamıştı. Boğazlar henüz yarılmamıştı, Marmara devasa bir göldü. Nice kentler su altındaydı, nicesi kocaman bir adanın kıvrımlı uçlarıydı. İç kesimlerin bile mutlaka denize kıyısı vardı. Efes deniz şehriydi, tıpkı Yılancı Burnu’ndaki Neopolis gibi. Deniz yüzlerce yıl içinde karadan çekildi. Su altına gizli dağlar, yaylalar, ovaların ortaya çıkmasıyla yerleşik yaşam kolaylaştı. Medeniyet arttı. Yeni site şehirler kuruldu, Alpunar gibi…

Bin yıldan beri buradaki kadim kültürün evlatları yürükler, varı yoğu zeytin toplar ve sıkar. Yağını hayvanlara yükler, patika yollardan şehir pazarlarına götürür. Patika yollar karanlık, bir yanı uçurum diğer yanı kayalık. Yağ testileri topraktan. Tatlı sert darbeyle seramik çatlar, zeytinyağı yabana akar. Fire artar, zarar çoğalır. Kayba çareler aranır. Ve keşfedilir hayvan derisinden tulumlar.

Fıstık çamı kozalaklarıyla tulumlar, deri kahverengiye dönüşünceye kadar zımparalandı. Tulum istenilen kıvama gelince içine zeytin yağı, et, süt, peynir doldurup pazarlara yollandı. Yollar tarihi kuşatan kurtuluş sürecine dek uzandı. Düşman yolları kesti, tercihler tutarlı tutarsız prangalandı. Ege'yi gören kesme taş duvarlarda, marjinal kimliksizlik tırmandırıldı. Fırsattan istifade palazlanan aşırı fesatlık, aşkın fetbazlık, pik yapmış iğreti kompleksler ve fenalığın komplesi kapkara köşelere sindi. Üstelik imparatoryal korku ve kaybetme telaşı özgüveni kemirdi. Güven kaybıyla ayağa düşen düşler derya deniz dağıldı. Yine de Ege, ‘müjganla ben ağlarız’ kıvamında ve deniz dilinde şarkılar söyledi.

Cam fanusu çatlattı tarihi şarkılar, sahile vuran ışıklar. Yüzyıl önce Balkanlar’da fitillendi ateş. Vaktiyle dinlerin, dillerin, milletlerin ve kavimlerin sentezi, yüzyılların ihtişamlı imparatorluğu yorulmuştu. İslam’ın, adaletin ve zenginliğin timsali yaşlı imparatorluk, dört kıta coğrafyasına yayılmış topraklarını koruması, elinde tutabilmesi iyice zorlaştı. Dünyaya hâkim olma heveslisi emperyalist Avrupa, petrol fışkıran topraklara çökme derdindeydi. Petrol yollarına Ottomanlar sahipti. Ottomanlı öncelikle Balkanlar, özellikle Kuzey Afrika, sonra Arabistan Yarımadası ve Kafkaslardan sürülmeliydi. Kocamış imparatorluk zaten gelişen dünyayı takip edemiyor, medenileşme çabası ve girişimleri sonuçsuz kalıyordu. Yani çöküş başlamış, ne çare durdurulamıyordu. Vaktiyle Kızıl Sultan’da epey işlerine yaramıştı. Şimdi tek hamle yeterdi...

Hasta adam; Balkanlarda Rumen, Arnavut, Makedon, Sırp, Hırvat, Bulgar ve Yunan mikro milliyetçi çetelere gereğince direnemedi. İlk kopmalar başladı. Balkanlar ateş topuna dönüştü. Ateş İstanbul’a İzmir’e, Ege’ye Anadolu’ya, hâkimiyet altındaki topraklara ve petrol deryası Arap topraklarına yuvarlanıverdi. Alevler dört bir yana sıçradı. Felaketi fırsat görenler her yeri kuşattı. Kısa zamanda koskoca imparatorluk parçalandı, paylaşıldı.

Zümrüd-ü Anka, yüzyıl başından itibaren küllerinden doğdu. Yeni yollar açıldı, demiryolları döşendi, tarlaya traktörler girdi. Küçük büyük üretim çiftlikleri kuruldu. Ardı sıra fabrikalar açıldı. Yokluğa mapıslar maaşa bağlanıldı. Zeytinler irili ufaklı fabrikalara taşındı. Harcanan emek karşılığı ücretle tanışıldı. Alpunar’da yılların geleneği siyim siyim sürdürüldü. Zeytin değirmen taşlarıyla ezildi. Kadınlar ahşap teknelerde ‘ayak yağı’ çıkardı. Yağ tasına ilaç niyetine, sıcak bazlama banıldı…

Baharın her derde deva bu ilaç günlerinde, kutlu öğretmen Alpullu’ya sürüldüğü gibi usandırılmak veya uslandırılmak gayesiyle Ege’nin bir başka diyarına atandı. Bu metazori göçü duyunca Yeşim’i kaybedeceğim endişesiyle sarsıldı Nesim. Tam da öğretmen okulu sınavına girecekken müracaat süresini geçirdi. Açıkta kaldı. Anası yattı kalktı vayvaraya başladı.

- “Macur torunu muhtaçlığı benimki. Evhamlaa öldürüyo aşkı. Yolunu saptırıyo sevdalıların. Ayrılıklaa yiyip bitiriyo sadelii. Farzet duyumlar yalan yine de mübadil, tel örgü görünce sınırsız bir sahipleniş ısırır canını. Nesim sorma niye öyle mataf matrag hikâye sanma. Ben gendi topraamda, memeletsiz işgal tafrası gördüm. Şimdi al pullu gelincik tarlasında çıplak ayaklıyım. Canana papatya falları açsam da gök tavandan sarkan karayere ulaşamam bi daa. Uykumda uydurma göçlerle tellenir aklım. Sakın cigara içme emi ırıpçı. Takanı dımbıltını zapt eden çakır yıldızın gözleenden öpem. Ben ‘dokuz dağın efesi Çakırcalı’ ile Iraz ana çakıcılarından bi yürüğe vaadım, valla özledim macurluğumu. Biyo bu duygulaa tuvaf ama çok güzel oluu. Bilirim. Bak baken, sana deyon çavur ol unutma.  Unutmayasın. Gün gelii gerçeklee açık sırtından öpee…”

Nesim’in Anacığı, yürük babası öleli beri Alpunar’a yakın kasabada Numune Çiftliği çalışanıydı. Orada okula yazdırıldı. Durmaksızın, delice derse verdi kendini. Nesim, iftihar listesindeydi her dönem. Bu arada öğretmeninin tayini, Ege’nin en büyük kentine çıkmıştı. Yeşim’i ardı sıra tayinlerde takip ettikçe göçerlik ruhuna karıştı, yürüklük kanına karıştı. Tayın uğruna göçerlik, ‘karlı kayın’ çıkmazında kolay geçiştirilemez gecelerde aklına ilişti. Tekrar tekrar çekmeceli raflara doldurdu zihnini. Yalansız hilafsız yarım kalan öyküsünü tamamlayandı, yarım ayda kızaran her öykücük. Hava kararırken anılar içinde kıpraşır, aklı kurur, kusursuz kurguya odaklanırdı. Sevinç ünlemleriyle, ünsüz şifrelerle ifritlenir, küçük öyküler başladığı yerde biterdi kusursuzca. Bitmeye yakın narsız nursuz kurgu pas geçilir, geniş zamana yayılırdı olaylar. Hep en başa dönülürdü sanki. Kaç zaman geçer, ömrün yazı kış olurdu ama hep çocuk kalınırdı. İçindeki çocukla oyalanır ve onun Alla’na kadar öğrenmesini desteklerdi Nesim. Bu süreçte, sürekli kendi kendine söz verdi…

- “Öğretmen olayım, nasılsa göçtükleri her neresiyse bulurum öğretmenimi. İsteriz Yeşim’i. Evleniriz hemen.”

Nesim’in gelişim savaşı ön cephede sürüyordu. Cephe gerisinde ise içini sızlatan veya için için ısıtan Alpunar ziyaretleriydi. Aklını hafifleten, güçlenme hissi veren, diğer sarıp sarmalamaları yetersiz kılan, yükselen gençliğe ilişkin hırçın dalgalanmalar yaşadığı yerdi Alpunar. Ayrıca yakın arkadaşlarıyla ‘Adaburun’ çıkarmalarında denize çivileme dalınca anladı, sabırlı olma şarttı. Buzdağını eriten ipek böceği gibi ilmek ilmek örülen taze aşk ve cömert güzellik kuşatırdı bedenini. Bütün takım adalara azar azar azgın öyküler vurur, uyuturdu övgüleri. Yani göçlerle öç alıyordu yazısızlık, yarınsızlık. Yazgı diyerek zenginleştikçe birileri, kavim kardeş fakirleşiyor, el oluyor, işler karışıyordu. Nesim, Kavimler Göçü’nü öğrendi. Yürük gibi yürüdü tarihin loş koridorlarında…

Avrupa, milat sonrası sekizyüzlü yıllara dek, iki dönem beşyüz yıl, şiddetli göçlere sahne oldu. İlki, Roma İmparatorluğu ile Hunlar’ın sınır davasıydı. Başlangıçta Volga ile Don nehirleri arasına yerleşmiş Hunlar, Batıya yöneldi. Cermen kavimleri Karadeniz düzlüklerinde Hunlara tutunamadı. Cermenler, vizigotlar, Ostrogotlar, Anglo-Saksonlar, Franklar, Gepidler, Lombardlar, Burguntlar, Vandallar ve Slavlar çaresiz batıya göçe başladı. İlk göçmenler Hunlar, bunlar ve kendileri göçerken Batı'ya sürdükleri yerli kabilelerdi. İkinci göç dalgasına Türkler, Araplar, Macarlar ve Vikingler katıldı. Uzun ve aralıklı Moğol istilasının da etkisiyle artan göçler Anadolu’nun, Kuzey Afrika’nın ve Avrupa'nın çehresini değiştirdi. Romalıların ‘barbar’ nitelediği bu kavimler, önlerine çıkan kavimleri de sürerek İspanya’ya dek ilerlediler.

Kavimler Göçü, Avrupa devletlerinin temellerinin atıldığı tarihsel gerçekliktir. İşte o günlerden bugüne yas şarkıları olan göçler bilinçleri kör etti, kin ve nefret ekti. Doruklara uzanan uçuk notalar, ufukta yerle göğü birleştirdi. Apaçık akla sarkan sakıncalı manifestolara aldırmadan derin dinginlik yaşadı ve yaşattı Ege. Erken yaşlananlara veya genç kalanlara usulca şarkılar söyledi. Egece şarkılar. Keşke ben de duyabilseydim pişmancalığı pekiştiren, uzun menzilli deniz şarkıları. Ege şarkıları söylüyordu Ege.

Yürük Nesim, bir çift yeşil göze müjganı yakıştıran, yolu mavi karanlıkla buluşturan, nağmeleri Yeşim’i çağrıştıran şarkılar eşliğinde yürüdü. Yürüdü yürüdü ve Ortaokulu bitirdi. Leyli öğretmen okulu sınavlarına girdi. Adıyla şanıyla, Adabilen Öğretmen Okulu’nu kazandı. Şehrin en tepesinde, ‘bu tepede yaşanmaz, yaşansa da zor bela yaşanır’ denilen okula girdi. Asla şikâyet etmedi Nesim. Ayrıca hiç de öyle olmadığını gördü. Öğretmenleri çok sevecendi. Anne baba gibi sahip çıkıyorlardı öğrencilere. Her biri tıpkı Yeşim’in babası gibiydi. Tek ereği öğretmen olmaktı. Yeşim’ine anca bu sayede kavuşabilir ve sözünü tutabilirdi. Adreslerini bulur bulmaz, ucu yanık bir mektup salladı Adabilen’den;

- “Yeşim taşım, baştacım, burayı Öğretmen babam bilir, yatılı kazandım. Yatçem, kalkçem, okucem. Hep seni düşüncem, unutmicem. Dört yıl kaldı öğretmenliğime. Sen de oku, durma. Okumazsan eyer Öğretmen babam seni başkasına verir. Unutma…”

Geçmiş zamandan beri seyri seferden yorgun düşen ağır yolcular, inceden gölgelere uzanır. Ağrılı başlar zahmetsiz yaslanır pamuk göğüslere. Upuzun sayılan hayat, afili cümleler ardına koyulan iki nokta arasıdır. Üç nokta ise umsan da ummasan da eşi benzeri, ucu bucağı yok ummanda usulca kaybolmaktır. Çünkü bir saatten sonra külahının altına sinmek asla çare olmaz.

Yürük Nesim, Çepni boyundan yazar daha iki yaşındayken kepi külahı fırlattı. Öğretmen Okulu’nu bitirdi. Öğretmendi artık. İlk ataması Güneydoğu’da bir köye yapıldı. Orada neyle karşılaşacağını bilmediğinden Yeşim’e kıyamadı. Çıkmadı öğretmeninin karşısına. Adreslerini bulmuştu ama anacığını yabana atmadı…

- “Öğretmen efe, ilk sözünü duttun. Şindi elin eşgare ekmek dutsun. İkinci sözüne mahcup kalmayalım. Varalım öretmen beye, böle de büle diyelim. Ezilcemiz takı tümbek goymasın gaaşımıza”

- “Doğru dersin Anacım, bir iki yıl daha dişimi sıkarım. Olduğunca maddi birikim yaparım. Çok para pul lazım olcak bize…”

Nesim böyle dedi ve acilen göçtü. Zorlu mesaisi başladı…

Yalancı baharlar geçti, gitti, bitti. Nesim’in çıplak gözle gördüğü, emperyallerin hakediş ve hallediş sırasını aç kurtlar gibi beklediğiydi. Doğrular söylenmiyor, söylense de doğru yerde söylenmiyordu. Yemin gerektirmeyen yalanlarla doğruluktan şaşılıyordu. Yersiz yurtsuz kafalar, yalana dolanınca karışıyordu en bilinen meseleler. Üstüne üstlük ileri demokrasi havariliği, suları bulandıran söylemlerle birleşince, eldekinden avuçtakinden oluyordu sahil boyları. Bunca kaotik ortamda bile korktu Yeşim’i kaybetmekten. Kurulacak yeni hayat şairaneydi ama gelecek şaibelere gebeydi. Vahşi doğaya direnmenin, engellere ve zorluklara göğüs germenin, kazandırdığı akıl ritmiyle hayal kurdu her gün…

- “Ege’ye atanırsam ki atanırım, tayinim başka bölgeye çıksa da Yeşim’i öğretmenimden isteteceğim. Yazık bize. Gerçi Yeşim sözünü yemez ama Öğretmenimin dediğini de ikiletmez. Sakın ha.”

Düğüm sona yakın bir bir çözülürken, acı gülüşler dolar beyine. Vakitsiz diriliş yaşar kumsallar. Kumdan kaleler iki görüş arası yıkılır. Ölmeye yatmak vakti gelir, çatar. Kapıda cennet, cehennemde suya hasretlik. Bir damla su da boğulmak gibidir aşk. Renkleri çalınmış tablonun içinde, yeminli güneş kızartısında silikleşir anılar. Belli belirsiz okşamalar, sıcacık kucakta üşür. Donuk renkler evinde, kırık bacakla sahne becerisi, değme virtüözleri kıskandırır. Yeniyetme mükemmelliği ufukta batar. Parçalanmış yürek çöplüğünden güpgüzel mabede, çekmecelerdeki mavi mürekkep donatılı koleksiyonlardan aşk suskunluğuna uzar mevsim. Bir mayıs ortası aşıkları gözünden öper mavi lacivert deniz. Dillerden düşmeyecek gecikmiş düğünler sazlara yas, sokaklara taşan yüzlere naz olur. Haza çok özlemişim meğer denir, sicim gibi akar gözyaşı.

İçten içe veryansın eder vesvese. Her gün ‘yoksa yoksa’ endişesiyle zar zor geçen iki yıl peşine Ege’de denizden içeri bir kasabaya atandı Nesim. Elinde avucunda öğretmenine mahcup olmayacak akça birikmişti. Düğün derneğe rahat yeterdi. Yeşim ile parça pürçük idare ederlerdi sonrasında. Nefes nefese vardı Alpunar’a.

- “Alyazmalı anam, yazısı çetrefilli anacım pek yakına atandım. Kasaba ortaokulu. Yükü de tuttum birazcık. Bize bir koca şehir yolu göründü gari. Punduna geldik, ‘Aldık Aydın gızını, çekcez gari nazını’ Azırlımızı yapalım ivecenlikle, ‘Değmen gamlı yaslı gönlüme’ gari. Hayatla dalaşma, benlikle hırlaşma geçti.”

- “Beri bakıve öksüz öretmen efe olum, yakında ocaama düşeceni bildiimden, öretmeni nen gızını sorem bakem dedim. Töbosun örenince yavan galdım. Yaban başımdan gaynaa sulaa döküldü. Saksak saksaanla habee uçumamış sana yalım. Zolan dolan bilmem gari, öretmen gızını evlendirivemiş…”

- “Esdirekli yürükler an gelir akıllanır sora düşünüp duru da belini dorultamazmış anacım. Cennet ve cehennem çukuruna saklı değme hayatlardan bize de bu düştü demek. Gönenmek haram bize gari. Kalp sessizleşince başka dilekler tutulur anacım. Dile ki sen ben gacveren buralardan…”

Tarih en işlek zamanlarda yemkirir, ağıtlar çınlar eşsiz mağaralarda. Yarım aşklar kutsanır. Dahası dörtyüzelli basamakla inilen antik çukurda bekler, tanrıçalar. Hayatın yüzüne gözüne dokunmak orada gerçekleşir. Arsızlar çukurunda. Anadan üryan seyirlikler baş döndürür. Zeus’un yarı tanrı kızları kumrularla dans eder. İç bayıltır armoni. Mozaikten keklikler çatlar. Dansa katılmayan al başlıklı melikler ve melikeler, zevk punarından gagasını doldurup uçanları izler. Diz dizeliği arzularken dize gelmek ve yarı tanrı mabedinde gaflara heveslenmek mıkırdak mirasyedi harcıdır. Darbeyi alınca Kırklar konağında hayıflanmak da pek işe yaramaz. Epeyce geç kalınmışlığın yaman paylaşımından kaçınmak, nasip artırmaz. Saksak okuntusu kabullenilir.

Günlerce gatiyen kendine gelemedi, gabaat şoklamasıyla dağılan Nesim. Artık yoktu Yeşim. Doğup büyünen ve uğruna ölürüm denilen cincoflu şehir koskoca mezar olmuştu herifliğine. Sığamadı içine. Gayrı ganimet bolluğundan kaçılır, başı çınarlı yasemin kokulu lalezar kodeste lal olmak beklenir. Hassas terazi kaç zaman bekletir muammadır, asla bilinmez. Göğsünde taşıdığı en değerli taşı, artık taşıkardi madeni. Hal buralara varınca başka maraza çıkaramadı mazlum koflak. Minik adımlarla iki ileri bir geri seyretti mehteran takımı gibi. Değerli taşların sırrına ermek, taşların sultanı Yeşim’e varmak varken yollar yarıldı. Yeşim imperyal maya. Maya ve Maori kültürleri kutsalı. Saf yeşili gönülleri yakar. Sıra dışı sağlamlığı ve dayanıklı hali kül eder insanlığı. Demek dayanamadı. Derler ki ‘Altın çok değerlidir, Yeşime ise değer biçilmez.’ Paha biçilmez zenginliğe doyamayanlar tıpkı Nesim, ömrünce yeşim taşına taparlar. Beri bak Yeşim taşı ‘Bak yeşil yeşil…’

Yıllar yılları kovaladı. Nesim, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde öğretim görevlisi oldu. Doktor oldu, Doç oldu. Fakültelere kürsüler kurdu. Okudu, okuttu ve yazdı. Bir ‘Doç kamyon’ sırtında baş kabak kıç açık geldiği ‘Adıbilen Öğretmen Okulu’nda başlamıştı yazmaya, hiç bırakmadı. Kızılcanlı çalışmalarının ilham kaynağı, asla unutamadığı yeşile çalar buğulu gözlerdi. Gözü kararana dek gazetelere, dergilere yazdı, kitaplar yayımladı. Son kitabı ‘Nirvananın Gölgesinde Karmapolitan’a son şeklini vermek için bir süreliğine, Yeşim’i de kendine sunan Alpunar’a geldi. Zaruri ihtiyaçlarını temin etme dışında kapandı bakla sofasına. Artık anacığı olmayan evine. Anacığı da acıdan pay çıkarmıştı kendince. Onca konfora rağmen, eli sıcak sudan soğuk suya girmezken Yeşim’den sonrası içine sinmemişti pek. Kasaba şehir gezerek, Nesim’e hayır dua ederek yaşadığınca yaşadı. Bir guşluk vakti, ‘gırdı belini gahır bulutunun ve gutuldu.’ Nazik ve yumuşak sonsuzluğa uçtu. Nesim’i yapayalnız bıraktı. Nesim, ana ocağında yatıyor kalkıyor yazıyordu. Kara yazgısına inat bir lokma bir hırka engine dalıyordu. Beş ev, üç arsa ötesi sokak başı minare, cızırtılı bir duyuru yaydı. Sonuna dek huşu içinde dinledi. Öğretmeniydi. Vefat etmişti Yeşim’in babası. Ağzında pabuç kadar laf birikti ‘Ansan ayıp, yutsan böyük’ nefesi kesildi; Cenaze merasimi ikindi vakti…

Dünya koca deniz, öbür dünya deniz kıyısı. Sahilde gezip dolaşanların her biri bir garip yolcu. Işkın misali savrulur ölüm. Aşktan yüce aşkın huzurdan dışarı hali; çok sömürü, fazla yağma, yoğun talan barındırır. Dünya mesaisi bitmişler, çağrışımlı sözcüklerle kurulan cümleleri hesapsız kitapsız yutar. Kitabın ortasından sarf edilenler aşıkların yüreğini sızlatır. Aşksız hayata baksan ne yazar, yeryüzü yükü paraya gözün tok olsa ne çıkar. Yürük çocuğu dağa firar eder, garip çocuğu askere gider. Cüzdanı sağlam olan yırtar. Sorun kürsü işgallerine kadar uzar. Yanlışlara şerh koyulur şikâyet algılanır. Böyle algılandıkça ve uluorta dillendirilince de yaşamak zehir olur, ölüm bal. Bir ölüm haberiyle doğdu Nesim…

On yılların aşk yarası bu dışı möhre içi kangren. İyileşmez. Öğretmeni ve Yeşim canlandı gözlerinde. Nerdeyse aradan geçen kırk yıl. Hafızasında kalan genç kızlığın ilk evresindeki Yeşim. Nasıl tanıyacaktı acaba? Yazmayı bıraktı. Soğumuş acı kahvesini dibine kadar yudumladı. Cenaze törenlerine katılma ritüeline başlayabilirdi. İkindiye daha vardı ama yıllar geçtikçe daha yavaş hazırlanıyordu. Hemen kalktı. Tıraş oldu kaymaklandı, banyo aldı paklandı, ütülü esvap giydi havalandı. İnadına sağ ayağını dışarı atmayarak kapıdan çıktı. Camii avlusunda yankılandı yanık bir ses;

- “Nesim…”

- “ Yeşimm?”

Yeşim, yeşili pürsak gözleri çakmak çakmak, uçarcasına gelip Nesim’in boynuna sarıldı. Öğretmenliği cevher işleme sanatı sayan Gevher öğretmenin dediği gibi ‘gözlerinden tanıdı’ Yeşim’i. Boyu posu, saçı başı epey değişmiş, endamı aynı sıcaklıkta kalmıştı. Bir şeyler söylemeye çabaladı, boğulacak oldu. Dili dimağı su gibi dört bir yanı hidrosfer. Koca gezegen, Ege, Alpunar altı ve üstü birleşik su kütlesi. Dört milyar yıllık dünya hidrosferi aşkla aktı içine. Su derya deniz yayıldı karalara, okyanuslar yeniden düzenledi kıtaları. İç kayması gerçekleşti dağlarda. Su gibiydi Yeşim. Diğer su kütlesi, dünyadan on iki milyar ışık yılı uzakta. Dünyanın yüz kırk trilyon katında. Buharlı kuasar, tam ortası çevresindekileri yutan bir büyük kara delik. Yeşim su gibi sarıyor Nesim’i.

Bir anda dünyası yıkılıyor. Kime niye bilmeden Yeşim’le beraber o da sessizce ağlıyor. Kendi haline çağlıyor sanki. Sonsuza göçmeden bir anlık da olsa Yeşim’e kavuşturan ölüme hayretle susuyor. Susuyor çünkü on yıllardan sonra şiveli kekeliyor. Salt kehribar kokulu Yeşim’i dinliyor…

- “Nesim, sen Öğretmen Okulu’ndayken enformasyonum iyiydi. Tanışlardan haberini alıyordum. Güneydoğu’ya gidince ilişkimiz hepten kesildi. Bittim. Öylece kaldım. Çaresiz kaldım. Babama da bir şey diyemedim. Okulum bitmeden ‘babamın sevdiği biriyle’ evlendim. Okulum, kızım oldu. Resim. Eşim epey erken öldü. Sen evlendin mi Nesim? Çocuk…”

- “Yok demek, çocuğun mu yok, eşin mi? Anlayamadım.”

- “Evv-lenme-dim ben Yeşim. Evlendi-iini ören-dim ama yine-dee sen-den başkası-yyla evlene-medim…”

- “Demek öyle… Eşim erken vefat edince, erken emekli oldum. Yakınlarına yerleştim. Hani babamlarla yaşamaya başladım dersem yanlış olmaz. Kızıma da baba oldu Öğretmen. Alpunar’daki bildiğim köylülerine hep seni sordum. Hakkında ayrıntılı bilgi edinemedim hiç. Haklılar, kızgınlar ketum davrandılar bana. Üniversite hocası olduğunu, yazarlığa başladığını öğrendim o kadar. Kitaplarını görüp aldım. Okudukça içim pır pır etti durmadan. Kitaplarında daima bizi aradım, bulamadım. Sözümü yuttum diye karşına da çıkamadım. Bak sözünü tutmuşsun. Babam evlen…”

- “Baa-ban, baba-mm tamam anla-dım ben. Olsun var-sın, giden gitti, öğretmenim bizi görüyordur şimdi. Mutludur mutlaka…”

Taziyeleri yan yana kabul ettiler. Tekrar tekrar birbirlerine sarıldılar. Had safhaya yayıldı robot gibi öğrenilen, en incelikli ayrıntılar. Yeşim, definden hemen sonra kabrin başında Nesim’in omzuna omzuna sarsıldı. Birbirinden ayrılmak istemeyenlerin iç heyecanıyla. Resim, onları resmetti aklının bir köşesine, hücrelerine nakşetti. Nesim teklemiyordu artık…

Aşk çölünü çalkalayan şiirsel devrim, aç bırakır fikirleri. Açlık sahrada vaha misali ‘aşam bazarı’ karmaşadır. Aşkı yarıda kesilenler iyi bilir Büyük Sahra’yı. Dokuz milyon kilometre karelik sıcak çölü. Antarktika ve Arktika'nın peşinden üçüncü çöl. Kara Afrika’nın üçte biri. Atlas Okyanusu'na dek uzandıkça kurak manzara kıyı ovalarına dönüşür. Kurak tropikal savan iklimi düşman savar. Eksen sapar, sahra musonu yön değiştirir. Çöle veya savan çayırlarına dönüşümlü kurulan barut kokulu saraylarda, yüksek tavanlı boş odalarda yalnız geceler aşıklar. Aşk büyür, meşk üşür. Sessiz süzülüşlü ürpertiler dolaşır damarları. Aşk dünyası mumyalanmış tuzaklarla donanır. Resim, bunları da resmeder tuvaline…

Yeşim ve Nesim on yıllardan sonra birbirlerini bulmuşlardı hem de bir ölümle. Yeni doğan bebekliğinde. Uydudan, uyarıcı saatlerde, denizin derinliğine parlak tırnaklarını saplayan anlardan, yüreğe kök salmış anılardan, ılıman meltemlerle salınan titrek yakamozlara dek konuştular saatlerce. Asla denize nankörlük etmeden, en komplike senfonik orkestrayla şarkı söyleyen Ege’nin değişik fonlarında. Duymayı ve doymayı bilenlere özgü, kâinatın sırlarını, kanaatin sınırlarını zorlayan özgünlükte. En bilindik, en sihirli, en duru, su gibi mavi en berrak şarkıların eşliğinde. Müjganı tanımayan, duyusal ve görsel körlerin tek kuple duyamayacağı tonda. Resim, sınırsız özgürlüğün akla dokunan ve eyleme dökülen alemci notalarını netleştirdi. Müzikal ahenkle şarkıya şarkı eyleyen Ege, asla ulak ve kurye aramadan sırça fanusundan çıkamayanlara cesaret sundu. Deniz mavisinden mavi atlasa uzanan enstrümantal dengeyi icra etti eski aşıklar. Buzdan kalpleri eritecek şarkılar söyledi mutlanan Deniz. Şarkılar susmadı salt kalp gözüyle görenlerin farkına varabileceği normda…

Bazen Nesim, bazen Yeşim fırsat yaratarak, fırsatı ganimet sayarak telefonla görüştüler, halleştiler. Aşıklar denizlerin ortak hafızasına yer etmiş ve aşk tüm çıplaklığıyla yaşanmalı üslubuyla kaynaştılar. Yıllardır söyleyemediklerini cepten çıkarıp, cepten gönderdiler. Akla düşeni anlatmaya, öğrenileni paylaşmaya yarıştılar. Ta ki Yeşim’in annesi meme kanserine yakalanıp vefat edinceye dek. Alpunar’da son görev için tekrar buluştular. Bu valideye son görev buluşması, yılların ayrılığını sonlandırdı. Başlangıç oldu. Kim ne der ne demez ne etem ne matem aldırmadan, ölümsüzlüğe yarımay vuran bir akşamüstü, aşk orucuna son verdiler. Alpunar’da bir bakla sofa, safa ile birbirlerinin oldular. Önce yalandan da olsa güneş battı yarımadaya. Kirlenmeyen yarım öykülerin insanları kuş misali, yerlerine yıldızlar doğdu. Hepsi sırf ikisini kucakladı...

Sevgiyle kucaklanan ten ve tine mıhlanan sol anahtarının nota aralıkları, hayata derman, hafızaya ferman yazar. Beste Ege güfte Egece. Yüksek enerji ve tükenmez nefesle, milyonlarca yıllık kurgunun kucağına sığındı Yeşim ile Nesim. En çetin coğrafyada çetin ceviz isyanla mevcut düzene ve düzensizliğe isyandı sarılışları. Magmadan fezaya, deniz dibinden arşa yansıyan, dokunulan her notası bir başka vurgundu. Dip vurgunu. Pikine dipine inat, antik disiplinle, doğal doku ihanetçilerine dokunan söylenceyi gerçek kıldılar. Zihinlerini uyaran isyan ve mücadele bezeli bilgesel ve belgesel bir yolculuktu çıktıkları. Duyanlara böyle de sevişmek mi olurmuş dedirten. Her aşk dokunuşu evrene işaret fişeği. Yeşim ve Nesim yıkılan birlik, bozulan dirlik ve altı oyulan aşk umudunu haykırdılar şarkılara. Elbette Yeşim’in alına yeşiline, Nesim’in nefsine nefesine özgü. Resim, olanları resmedemedi tarihe…

Sakız damlalı mağarada, iki kişi tarihi sessiz filmi üç boyutlu izleyince geç de olsa akıllanılır. Öylece beklenen Son, beklenmedik anda Dong eder. Millî park sınırlarındaki dev mağara ikilinin gençliğine evcilik oynama evi olur. Hani büyüklüğü ve yüksekliğini lazer ölçme cihazları bile ölçemez ya kilometrelerce bir evcik. Öyle bir ev ki balta girmemiş ormanın hemen kıyısında, gürültüyü ve rüzgâr uğultusunu sönümleyen bir mavi derinlik. Eskilerin yenilerin, yerlilerin yürüklerin ding gari girmeye cesaret edemediği türden bir büyük mağara…

- “Nesim, uzun yıllardan sonra dam boyu derinlikte, yolları, tünelleri, piramitleri ve bambaşka binaları olan büyük bir şehir keşfettirdin bana. Bir batık şehirde uyandım, taş piramitlerin, camdan yapılmış piramitlerin, sfenkslerin, heykellerin, birçok monolitik yapıların olduğu bir şehre. Aklıma yer eden görüntüleri Resim’e aktaracağım. Kayalara oyulmuş binaların duvarlarına kazınmış yazıtlarda, taşlardaki kabartmalarda yazacağın son kitabın izlerine dokundum. İşlik evinde yan yana dizili çerçevelerin her birinde tam olmamış aşkların ismi yazıyordu. Dert ziyafetine davet bitince, kıyı köşe şevk ziyafetini, şehvet zarafetini sen de gördüm…”

- “Yeşim, eninde sonunda kavuşacağımızdan zerre şüphe duymadım. Duyardım ölüm çiçeği dibine ölümü bırakır diye ama asla korkmadım. Ölmeden önce bir gün mutlaka dedim, ziftlenmedim. Köklerimde arandım ciddiyetle. Yaralı yüreğe kök salmışlıktan başkaca bir şey değildi ki aşk ummanı, umuda dalgalanan deniz. Yeraltı dereleri erezyonu yüzünden, çökük tavanlı evlerde yaşamaya geçilince anlaşıldı zaten kim tanrı, kim tanrıça. Tanrıçam sendin, her iç kabarmasına nazar ayeti kabartmalar sarkıttım. Gün olur okursun diye. Suya yazmadım ama hepsi suya gömüldüler…”

- “Ben Yeşim, bir içim su, bir yudum yurdum perisi. Sanki on dört bin yıl evvel suya batan efsanevi ‘Mu’ kıtasındanım. Muradına eremeyen, Antik Mısır ve Mezoamerikalıların ilk ataları soyundan. Soyundukça iddialardan gördüm, Mu’lar Türklerin de atası. Pek inanmasam da Pasifik’te popülarize edilmiş bu kavram, bu dramatik kuram. Kendimi iyi hissettiriyor bana. Bilirim, Lemurya'yı da Mu kıtasını da. Fiziksel açıdan olmuş olmaları mümkün değil, topu iddia. Bilimsellik ötesi. Eski yeni kıtada çam ormanlarına, sarp koylara saldırmış çam yarmalarının dillerinde on binlerce yıldır ayni dırdır; traverten kayalıklar barındıran kayıp kıtalar. Kayıp kıta kompleksi işte. Bir gün bu kayıp kıtadan bir su Tanrısı gelecek, kayıp Tanrıçasını bulacak diye severim. Geldin ya…”

- “Yeşim, ışılyalap ‘bir içim su’ perim, yakışır sana bir Platon hikâyesi. Bir ülke var; ‘Herkül Sütunları'nın ötesinde adı Atlantis. Hesap biraz karışık, Solon'dan dokuz bin yıl önce. Dokuz bine milat öncesinden beş yüz ekle, milat sonrası artı iki bin yedi işte o kadar yıl evvel doğdu deniz. Atina'yı fethedemeyince bir gecede okyanusa batan bir uygarlık Atlantis. Platon diyaloglarına gömülü, suya gömülü, karışık politik teorileri kolay anlatmak için yaratılmış, kayıp efsane ülke. Atlantis hikâyesinin ne kadarının gerçeklerden derlenip derlenmediğini kim tartışabilir ki. Ya bir yanardağ patlamasıyla veya Truva Savaşı'yla sulara gömüldüyse. Ya Atlantis'in Mu kıtasının bir kolonisi olduğu iddiası. Sümer yazıtlarına giren Noh Tufanı. Bu efsane uygarlıklar dinlerin kökenlerine iner ve hakkından gelir. Tibet'te bir manastırda on beş bin yıl önce yazılmış belgelere dayandırılan tufanlar, suya kaybedilenler de ‘Bir Gülücük Nirvana’ ya da girer. Yeşim sen de okursun…”

- “Yaa demek bizi de yazacaksın, öyle mi? Nasıl, bak merak ettim şimdi. Serin gel huzuruma, derin gel. Anlat…”

- “Sana kavuşmadan veya ebediyen kaybetmeden yazmak istemedim. Yarım kalsın istemedim hiçbir şey. Ege efsanelerini dillendirdiğim ‘Nirvananın Gölgesinde Karmapolitan’ adını verdiğim bir kitap dosyam var. Bugüne ve düne özgü canlı-gerçek öykülerle bezeli. Öğretmen babamın vefatına kadar hesapta yoktun. Ama kavuştuk Yeşim, şimdi düşünüyorum…”

- “Vay Nesim vay. Buz tutmuş gönlümde, Olimpos tanrıları ve tanrıçalarından ateşi çalan Prometheus’umsun sen. Prom, buzulları methet gitsin. Okyanuslardan sonra dünyanın ikinci büyük su kütlesi ve en büyük tatlı su deposu buzullar. Yeraltı yerüstü tatlı suların neredeyse tamamı. Ateşine yandığım, istemek, arzulamak, meyillenmek üzerine kurulu bir saltanat buzullar. Yıllar yılı aşkı susamak ne demek, aşkımızı suya sele kat. Kamp ateşini yak…”

- “Âşık olunur elbet huya suya Krassula’cım. Ecem, kraliçem. Eski bir kuyudan çekilen, bir kova suda parlar rengârenk balıklar. Başlı başına hayattır içi dışına çekilen kuyular. Deniz hem yüz ve yıkan tadında hem doyasıya değil azıcık iç tadındadır. Aşkla varılır huzura, karpuz çatlatan içilir doyasıya. Bilgilenmektir işin özü…”

- “Sevgili Nesim, nesin sen? Aklını yoran olaysak eğer bizi ‘Nirvana Üçlemesi’ne kat. Kitaba girenleri çoğalt. Ölüm şerbetini içmeden, içine içine ağlama kayan yıldızlara boşalt hevesini. Bir gün bir başına gülücüklerle gel mezar taşıma. Basılmışından ‘oku, oku, oku’ bizi. Ben okursam zorlanırım belki ama sen okursan gayet iyi anlarım.”

- “Alla’sen sus Yeşim. Bal çanağı ağzından yel alsın. Sevgili Yeşim, yeşil gözlerin göç göçerten, bakışların ‘Bir Gülücük Nirvana’ aldatmacası zaten. Sözlerinle yaralama şu yürük yetimi.”

- “Demek böyle başlayacak, daha netleştirmediğin belli ama düşüncede hazırın vardır senin. Varsa okusana biraz…”

- “Öyle bir Deniz ki Ege, Yeşim taşım sensizliği alır benden yakar. Su da yanar. Bensizliği alır tuzla yunar. Su da ağlar. Sonu açık yarım aşkların, altı cehennem üstü cennettir, yarı sıcak yarı soğuktur, üzeri alev dibi aysbergdir. Dorukları buz kütlesi, dondurur, buzuldan gönülleri yarım aşk tutuşturur. Bir günlük nirvana erişimidir, er veya dişi kıvamında esnek kıvranışların özü. Bir sevecen gülücükle, iki evecen yeşil gözle başlar hikâye…”

- “Bravo Nesim, öykü başladı. Girdi yola. Birlikteliğimizi de yaz gönlünce. Serbestsin. Ben yazmaktan pek anlamam ya iyi okurum, iyi dinlerim, benim akademik kariyerim de bu n’aparsın. Katkım bu kadar sana. Hadi devam et durma, beynim şoklandı valla.”

- “Okuyorum bak… Yeşim ‘Kürk mantolu’ ölü cereyana çarpılmışçasına sessiz bedenim. Öp bakalım zevkten titreyen sensiz avurtlarımı. Aklına ilk geleni bırak avuçlarıma. Zevkten titreyen nefesin hayat çizgimi arşınlıyor. Ruhumdan uzaklaştıramadığım sıcak rüzgarlar bilgiç bilgiç esiyor. Aşkına esirliğim, uzaklardan kopup gelen sevgiyi harmanlıyor. Yapışmak var ya şimdi uzuvlarıma uladığın umuda neden ise olmuyor. İpek yumuşaklığında kayıyorsun avuçlarımdan. Soluğun üstümde dolaşan vardiyalı emekçi. Bir türlü kovalayamadığımsın uykulu ve yorgun. Mesai saati dışında aklıma çakılan kadeh kadeh sen. Silme dibe çöküyorum. Yakut taşlı koca aşklar bocaladı, kocadı ve gitti avuçlarımdan. Yeşim bakışlım; ‘Ben gamlı hazan, sen ise bahar’ her dem taze baharsın. Zorlama aşklardan bunalmış loş locada, her türlü ayrılmaları yaşadığımda bile sırf seni özlediğimi anladım. Düşlerdeki titrek soluğun, aynılık hüznü yaşattıkça sıcak rüzgarlara, zevkten eridim avuçlarında. Yıllarca döşeğimde yeşeriverdi kırık dalgalı anılar. Bir kurnaz çıplaklık vardı boy aynasının ön yüzünde. Şimdi kadife yumuşaklığında yakıyorsun avuçlarımı. Lavanta kokan tenin tenime basılı. Bastırılamaz duygular duayeniyim, ‘Olmaz meleğim, Böyle bir aşk, bende vakit geç…’ Evet pek geciktim altın tozuna yatırılmış aşklar, pul pul hazineler, zevk rüzgarına kapılmalar, olmaz. Yerden göğe bambaşka dünyalar, öte dünya olmaz…”

- “Neden olmasın, pek ala olur. Nesim bak, sıcak sıcak, azar azar azaldın sen aşka. On yıllarca. Sevmeden, sevilmeler denedin büyük yalnızlığına. Şimdi bana ve sana, çoğalma vakti. Benimle çoğal, yıllanmış aşkla. Yüzüme dön yüzünü korkma, öp üst dudağımdan, yüzümde biriken hazzı iç yüz binlerce doyasıya…”

- “Yeşim, gece yarısı hikayesi olacak bu sanki. İçimden geçenler, bütün bir ömür durduramadığım duygusal resmi geçit. Hızla kendimden geçip hemen yarın gelsem, hayat hikayem koltuğumda desem, hayatına katar mısın anlatılarımı. Şehrazat sensin ama Şehriyar gibi bütün gece, gecelerce beni dinler misin? Dudağında gök kırmızısı serinliğiyle ‘bir gülücük nirvana’ hikayemi sek susuz içer misin benimle. Benle sabahın köründe, ışıldamayı ister misin?”

- “İsterim elbet bak şöyle yapalım Nesim. Yap yani. Sen yaz hikayeni. Gerisi bende. Hani otobiyografik kitaplar vardır ya, ortasında ve sonunda aile veya silsile fotoğrafları koyulmuş bu onlar gibi olsun. Kitabını tamamladığında, tam ‘Bir gülücük Nirvana’ hikâyenin başına veya sonuna denk gelecek biçimde resimler koy. Kızım Resim, biliyorsun ressam sen yaz o resimlesin. Antik atmosferli çeşitlemelerin özünde aşkımız olsun ama sonu mutlu bitsin. Resimlerle kavuşalım yani. Ege’nin tarihi kalıntılarında veya antik eserlerle yan yana gençlik resimlerimizi çizsin Resim. Böyle fotoğrafların varsa cepten gönder. Resim, siyah beyaz, renkli renksiz poz poz çizsin. Alt yazısız. Ben o çizdikçe sana dönerim. Beğendiğini koyarsın bi düşün bakalım, düş gülüm…”

- “Yeşim, düşünmek ne alem. Sen olur deyiver olsun. Zaten Nesim dediğin, çelimsiz bir kızancık. Neslişahım, aslım neslim Yeşim’im, bu toyboyu efelendiren yerli yerine getiren büyük aşk. Sensin. Varı variyeti, kollarında kıyamadığı hikayeleri ve aklındakiler olan bir çulsuza cansın sen. Şimdi düş çalan akşam sağanağında, meşru olsun olmasın bu yürük yetime gelir misin? Hikâyenin geçtiği yere. Seyri zor, eksik yaşanmış aşkın şehrine. Gelirsen gözlerinin sahici yeşilinden öpmek isterim…”

- “Nesim ben de gelirim, sen de gelirsin. Kime ne, hayat bize. Kalan ömür artık ne kadar ise yalnız bizim. İkimiz de alacaklıyız hayattan. Unutma yazın Adaburun’dayım. Öğretmen babanın yazlığında. İzin günlerini şimdiden ayarla, kalırız yaz boyu beraber. Resim, arada bir uğruyor, can yoldaşı oluruz birbirimize. Burada yerel ve ulusal iki kitap fuarı yapılıyor. Bir ay bu imza günlerine katılırsın. Sen bana ben sana katılırız gari. Ömrümce ‘atem tutem ben seni’ gendime gatem ben seni diye avundum. Unutma daha seninle Alpunar’da bıraktığımız gözleri yaşlı çocukluğumuz var. Yaslı gençliğimiz var, şenlikli orta yaşlılığımız var. Daha onlar yaşanacak. Daha sahili, sokakları, dağları, tepeleri, kuytuları gezeceğiz kol kola. Akırbaları, akbabaları tınmadan pusatsız, çil çılbak denize gireceğiz saklı koylarda. Saklanma çık ortaya…”

Göynüklerin yüreğine garankı vurduğundan, yarına hasretlik gocuman olur. Ama akideşini bulunca hayat dolar ciğere. Yarenler, dik uçlarda, pik burçlarda, dip çukurlarda hususi soluklanır. Hiçbir şeyin eskisi gibi kalmadığını bile bile ölüm gününe dek, hayata dair ne varsa yaşanır. Mutluluk istiflenir. Tek gaye tarihe not düşmektir. Mesele düşle gerçeği öpüştürmek, ılım ışık gecelerde kayıp yıldızlarla sıkı sıkıya örtünmektir. Tümden sanrılar diyarına açılmak, her acılı anı en öteye, her sancılı rüyayı en nihai noktaya vardırmak, kutsal yolculuk tasarımıdır. Ancak artık yaşanmaza serpilmiş şaşırtıcı anlar, harap mekanları dolaşan akranları bile ürpertir. Düş adasının düşüş yakasında, bilinçdışı öğretilerin gizemi cansiperane aranır. Yaratıcı hazzı, hazineyi tam bulacakken kaybolur. Yeşim, varoluşu kendini şimdilik ‘Bir Gülücük Nirvana’ öyküsüne adayan Nesim’de buldu. Bir gün yüreği titreyerek ‘Nirvananın Gölgesinde Karmapolitan’ın içinde kaybolan Nesim’i kısacık çaldırdı. Bi daha aradı uzunca. Bi dahakini daha uzun tuttu ve Nesim açana kadar bekledi. Peşpeşe iki cümle sarfetti, aniden kapattı.

- “Nesim, Goley değil biliyom ama bitti mi kitap, peki öykümüz? Gaari taslak maslak deme, kısa zamanda okumak istiyom…”

Nesim, konuyu anlamaya çalışırken, bir kez daha çaldı telefonu. Sesi bu sefer ağlamaklıydı. Mutlu desen mutluydu ama sanki değil gibiydi. Bir şeyler vardı anlatamadığı. Vardı. Birden açıldı pus, sus pus kalma pahasına dalgan vurdu dünyayı...

- “Gadeş, ben kanser oluvermişim. Akciğer kanseri. Bir haftadır hastanedeydim. Arayamadım seni kusura bakma…”

- “Ne kusuru canım sevgilim. Kusurlu kusursuz işleyen şu gudubet dünya kusurlu. Garpızı gabak dünya. Yeşim taşım, sen yürekli kızsın. Yapayalnız neler atlattın. Irlanmak sana yaraşmaz. Ezersin bunu da elbet. Hem şimdi birlikteyiz. Azraili yeneceksin ve Alpunar falezinde gezineceğiz…”

- “Gezeriz gezmesine de bunlar çoktan gezmiş dolaşmış derler, iliman gafalar. Lafı dolandırmadan yaz, yarın veya yarından yakın anlat bütün herkese, bilsinler hayat hikayemizi. Yarım kalmış yarenliğimizi. Yürek çarpıntısı artıyor yüreğimde, ciğer desen zaten bitik. Derin soluklanmalarımda bir garip yorgunluk. Oysa ne fetihler gördü bu yeşil gözler, ne fayda gösen, dar zamanlı misafirliğe durdu ömrüm ösen. Bu yolcu geç de olsa azıcık baştacı edilecek ve kısa zamanda en özel odada inzivaya çekilecek. Geceden kalma pas ağzımı buruştururken kollarımda bi acayip bıkkınlık. Uyumuşçasına ağzım açık ve dizlerim titriyor yeni toy aşık gibi. Buragidi yaşattıkların için hiç hak etmesem de çok teşekkürler. Böle ‘rüzgaa gibi geçti’ istemem. Sen son bi ‘klark’ çekmeden ben ölmem…”

- “Yok öyle deme. Ne ölmesiymiş. Uzun yıllarca her daraldığımda resmin belirirdi önümde. Ardımdan zoraki sevişmelerin yürek çarpıntıları çağırırdı. Dönmezdim geri, sapmazdım yolumdan. Oysa daima yokluyordu yüreğimi buyurgan soluklanmalar ve acayip keskin bir sızı. Yani benim sıram, sakın ola kaynak yapma. Aklım havada zaten yüreğim düştü düşecek. Ne kıytırık iktidarlar gördü bu deştire gözler ne hedefsiz aşklar. Hedeftekim sadece sendin. Nasıl da özlemişim meğer, ne de bekledim seni. Gidemezsin.” 

Nesim gitti hastanede Yeşim’e günlerce refakatçı oldu. Moral oldu. Can oldu. Canan oldu. Her anlamda çekinmesiz tanıştılar. Çekincesiz aynı somyada ‘bacı gadeş gavilleşdiler’. Kemo radyo, uzun ve zehirli terapilerden sonra eve çıktılar. Maruz kaldığı metastaza rağmen Yeşim, bir gün kendini iyi hissettiğini söyledi.

- “Birkaç günlüğüne Alpunar’a gidip dinlen Nesim. Esi nesi yok, ‘ciğerim Aydın hastanesinde çürüdü’ benim. Adıma lazım gelen hazırlıkları da yap. Dabanca gibi git pambık gibi gel. Yarın öbür gün gelirsin, ya da gelmeden ara beni. Belki ben de gelirim. Son yakın, sona yakın, içimizde kalanları yaparız ağız tadıyla. Bu aralık, bak sölüyom ‘Resim artık senin’ kızın. Sana emanetimdir unutma. Vasiyetim deyon, gerisini sona örenirsin…”

Nesim, sevdiceğine geri dönmek için hazırlık yapıyordu. Onu sevindirecek, mutlu edecek özel yerel ne varsa valizine dolduruyordu. Yayımlanan yeni kitabından iki tane koydu. Sürpriz yapacaktı Yeşim’e ve Resim’e. Yeşim’in gelmeden önce telefon edersin dediğini anımsadı. Çaldı, çaldı, çaldı geç açıldı telefonu…

- “Ben Yeşim’in kızı ressam Resim. Annem dayanamadı daha fazla. Kendisi dün sonsuzluğa uçtu. Sizi arayacaktım ben de. Yarın öğlen Alpunar’dan uğurlayacağız…”

 Uğurlar ola Yeşim taşı. Doğada nadir bulunan, küçük parçalar halinde var olan değerli taşların sultanı, uğurlar olsun. Nefret dünyasına nefrit balansı, esenlikle gidesin. El yürek ısındıran, güçlü hissettiren, Yeşim ocağı, yolun açık olsun. Sert ama kırılgan yapılı, duygusallıkta dengeyi, çakraları en uç noktayı yaşayan Yeşim uğurlar ola, uğurlar olsun…

       - “Anlayacaksın sen de Yeşim gözlüm, yalnızlaştıkça insan hiç alakasız birileri zenginler. Arsayı kapar, parsayı toplar ve bal tokmak yaşar. Ama ‘gözlerden öç alır her şiirsel aşk’. Elbette aşkım deyiverince başlar, eşi benzeri ucu bucağı yoktur sanılan ateşten ummana ulaş. Aşkım, narlı ve de harlı uykudur ölüm. Aşk-la uyu aşk denizinde. Işıklarda uyu…”

      Yeşim, önünde sonunda Nesim’e eş olacağını bile bile okudu ve bu umutla yaşadı. Nesim, öğretmen olursam Öğretmenim Yeşim’i kesin bana verir diye okudu. Hiç durmadan derslerini çalıştı. Okuyup öğretmen olacağı, öğretmeninin kızıyla evleneceği umuduna yapıştı. Yeşim çıkmamacasına aklına yer etti. Öğretmen oldu ama yıllanmış yârini, en mutluyken yel aldı götürdü Nesim’in aklını sel aldı götürdü. Adının anlamından nefret etti. Ertesi gün Alpunar merkez mezarlığına, öğretmen babanın kabri yanına sadece onu değil kalan umutlarını da gömdü. Kendini de aynı mezara gömecekti ama Resim. Resim hıçkırık hıçkırık omzuna gömüldü. Nesim, ölmekten vaz geçti…

- “Yeşim, sevgilim diyebilirim gari. Seni seviyom da demedim hiç, seni çok seviyom. Sevgilim, ‘Nirvananın Gölgesinde Karmapolitan” kitabımı başucuna bırakıyom. Ben gelesiye değin okursun. Resim’e, senin başka resimlerini çizmesini rica edicem. İkinci baskıya ekliyecem. Ben ölesiye, annacına yatasıya bakarsın…”

- “Nesim, yalandan olmayan ama yarım kalan aşk öykülerine özgün aşk güzelliği ve unutulmaz sürprizli geri dönüşler katanlara selamlarımı ilet. Onlara selam olsun…”

 

 

 

            

3 Şubat 2025 Pazartesi

İHRAÇ-İFLAS DAİRESİ' DAYATMALARI

 İHRAÇ-İFLAS DAİRESİ' DAYATMALARI

Her beş on yılda bir, bilindik melodram tiyatrosu açıktan gizliden sahnelenir. Çünkü sahiden'memleket elden gidiyor' ve gitmektedir gerçekte. Bu kötü gidişatı görenler, mevzuu daha da dillenmesin diye hemen ilk fırsatta gözaltılarla horlanır. Uzağı yakın edenler, uçurum daha da derinleşmesin diye keyfi tutuklamalarla yıldırılmaya çalışılır. Hatta iftiharlık 'Ata askeri evlatlar' disiplinsiz hınçla milletin sinesine ihraç edilir. Yani yaşananlar öyle bir toplumsal saldırı ve sosyal saldırganlıktır ki; oligarşinin sabit kavramlarla tanımlanması, oligark öfkeye değişken sınırların çizilmesi gün geçtikçe zorlaşır. Bir yerlerde düğmeye basılmış gibi resmen 'cadı avı' dönemi harlanır. Havadan nem kapan ihraç-iflas dairesi 'Memleket avcumuzda' hovardalığıyla her alanda artan harareti isyan diye kaydeder...
Bu bol ayıplı ve çok kusurlu atmosfere yol veren fertler, menfi faktörlere aldırmadan bu komplike saldırıyı yıllardır fiilen sahneliyorlar. Perde, sinsi amaç ve kasıta dayandırılan faşist darbeler dönemi süreğenliğine açılıyor. Sanki böyle gidermiş gibi kendini kandıranlar da biliyor asla böyle gitmez. Mutlaka millet, memleketin durumuna el koyar, malumu toparlar. Toparlar çünkü özgün eylem alanıdır; uluorta insan onuruna saygı gösterilmeyen her yer. Faşizmin acımasızca ifade edildiği her alan...
Her kurumsal yapıya işler despotik işkence. On yıllardır ağır hasarlı kariyer pazarlığı ve kan içer medyatik komplolarla gizli hedefler doğrultusunda kullanılır insanlık. Bu girdapta ham hamak arifler, özürlü övünçle tarifelendirilerek, müthiş tariflenerek olaylara hakim kılınır. Yıllar yılı bariz örnekler üzerinden alınteri dökerek, tırnaklarla kazıyarak zar zor elde edilmiş ne varsa kaybetme korkusuyla yüzleştirilir millet. Psikolojiler bozulur. Sinirler gerilir. Dengeler yıkılır. Her sosyal eylem 'spor olsun' bağlamında, yozyobaz ortamlarda harcanmaya çalışılır. Hele de pasif eylemciler veya aktif eylemsel davranışlar kıytırık davalarla hukuk dışına çıkarılır. Yani adanmış adamlık çerçevesinde, siyaset etiği çökertilir. Bütün evrensel değerler ve toplumsal değerler, doğru siyasetin doğasına aykırı biçimde adalete yön tayin eder metotlarla elenir. Siyasal eylemciler sıradanlaştırılır ve sindirilir...
Oysa sinmemek lazımdır çünkü sindikçe en devler bile sinek gibi ezilir. Demek ki bilimsel teorilerle yoğunlaşmaktan kaçınmak demek eylemsizliği doğurur. Üstelik kasıtlı inkarcılıkla, istilacı şiddetle boğuşmak güçleşir. Oysa bir türlü bastırılamayan özgürlük arayışı, hayata bakışı çeşitlendirir. Hayata sokulan her türlü despotik yönteme rağmen amaç ve beklentilerinden koparılamayanlar her engeli kolayca aşar. Ulaşılamaz ve yıkılamaz güce eriştiğini zannedenler ise istedikleri olmayınca yıkar ve yakarlar. Buncası nafiledir, Deniz çoktan bittiği için dereyi bile geçemezler...
Gelip geçicidir her beş on yılda bir, ileride başına gelecekleri açık seçik hissedenler. Öyle ki bunlar sırf bencilliklerinden gelenek göreneğe ve siyasal etiğe ters, faşizan uygulamaları da yasa ve yönetmeliklere dayandırırlar. Baştan bağımlı hükümlerle, özel çıkar hesaplarına göre kararlar aldırırlar. Ancak eylemlerin özü, gölgeleyeni ve gölgelenenleri bilir durumları, çatışma tipi ilişkileri gerçekle buluşturmaktır. Zaten her eylem, eylem alanı içinde silik davranışları yeniden formlar...
İşler sarpa sarınca önceliği özgürlük olan taraflara ve sözcülerine yönelik anında sözlü saldırı kültürü programlanır. Devlete kambur, pentagonist kamplarda kitleleri kışkırtıcı üçgenler kurulur. Tutukluluğa açık davetiye çıkaran sahte olaylar geliştirilir. Olmaz sa geriye dönük seyir defterleri kurcalanır. Maddi ve manevi zararı düşünülmeden nefrete dönüşebilecek tohumlar yeşertilir. Ancak sınırsız beklentilere ulaşım bilime uzak bir enerjinin ürünüdür. Baş kaldıranlar, bilim dışılıkla ürkütülür, zulümle korkutulur belki ama kara delik herkesi yutar. Kara enerji ayırtmadan yakar...
Her beş on yılda bir, bilindik melodram tiyatrosuna metezori atılan söz sözcüleri 'iktidar elden gidiyor' telaşıyla gözden düşürülmeye çalışılır. Ancak öfke yığılmaları, yasal çerçevede etik kurallar dahilinde eylem alanlarına sabitlenir. Legal mücadelelerde saf tutanlar bile, bile bile ihraç-iflas dairesine çekilir...
Milletin sinesinde büyük yaralar açar ortaçağ 'engizisyon dönemi'ni aratmayacak modern dönem 'cadı avı' tezgahları. Hatta tıpkı 'asimetrik harp' yöntemlerini veya 'Fe tipi' iktidarı koruma hezeyanlarını andırır. Ansızın halkın bağrından kopar; andır kalsın yetti bu şeytan üçgeni, ateş çemberi ve kafada kafeste 'ihraç iflas dairesi' dayatmaları diyenler...

SİLİVRİ’DEN SİVRİADA’YA…

 SİLİVRİ’DEN SİVRİADA’YA…

Siyasetin iktidar aynasının çatladığı gün bugün. Bugün anı kurtarmak değil asıl mesele, yarını kurtarmak marifet. Kaskatı ve keskin veya yılışık karşı darbeleri, kanlı veya kansız faşist uygulamaları zerre tınmadan direnç göstermek umuda yolculuk. Siyasi seferberlikte her siyasi nöbet, siyasetin boy kütüğüne saplanmış, faşizme ömür boyu muhalefet şerhidir. Silivri ziyaretleri, suratlara acımasızca çarpan sulu sepkenli, sıfırın altı karakışta buz tutarken eller, gönül sıcağıyla ısınmaktır. Devrimciliği ıskalamadan zulme direnmektir. Toplumsal dayanışma eğilimi, denizlerden havalanan kutlu isyandır. Çıplak kralın çoktan çarpıldığı haberidir göğe çivilenen. Siyasetin soy kütüğüne çakılan her gümüş çivi candır. Can bedenden ayrılırken de olsa kavuşulacak olan umut yolculuğundan doğan hoşnutluktur...
Cılkı çıkmış ucubeliğe isyan, asilik veya asi görülmek en hasından asil duruş ve asalet apoletidir. Zatıalilerinin gölgesine sığınanlar en azametliler de azarlanır korkusundan, busbulanık görüntülerle, saçma sapan saplantılarla, evvelinden beri belli faşizan presle, ucu Silivri’ye açık ucuz piyes yazarlar. Embesil ifadelerle, Silivri’den korkmayanların endamını görmek veya onlara en beterini reva görmek hatta gününü göstermek üzerine kurulur şeytan üçgeni. Umutlar kurşungeçirmez aynaların ışığında kırılır. Işık kırılması duvar aynalarına yansır. Ismarlama hüküm boyna asılır ama emniyetteki vesikalıklar gün gelir alnından öpülür. Kara duvarlara fotoğrafı çivilenmişlik ise; ebedi ayrıcalığın dik alası ve dik duruşun manası, uyduruk dukalığa direnişin unutulmaz sembolü olur.
Olur da eylem gülleri taş dibekte ezilir, Silivri ziyaretleri son ziyaret olsun, boğaza dizilen lokmalar son ziyafet olsun dileği eylemselliği yüceltir. Son yılların son arzudur, alışılmış derin suskunun zarafetle son bulması. Ve içten içe zafer nidaları nöbete dursun istenir. Siyasetin aslı son faslı umuttur, olur ya umut iktidarın boy aynasına lehimlenir, o zaman en kalıcı eylemler azılı hasmından beslenir. Siyasetin soy kütüğüne asılı, lafta asil öğütlere kapar kepenklerini umut yolcuları. Zaten umut, her koşulda son sürat dönülmez yolculuğa çıkabilmektir. Denizden sarkan özgürlüğü ciğerlere doldurup, köhne zindanlarda, dar hücrelerde sahte delillere inat sonsuzluğa yürümektir. Karanlık tarih yaprak yaprak dökülürken, tam bağımsızlık uğruna ölümü göze alabilmektir. Karartılan anıları anımsamak ve geleceği kucaklamaktır. Mahirlik, bugüne ve yarınlara ışık tutacak manifestolara korkmadan imza koymaktır. Cesaret ile esaretin kankardeşi olduğunu bilmektir. Siyasetin alfabesini bilenler, siyasetin soy kütüğüne soyluluğu çivileyen, denizin bittiği yerde okyanuslara haykıranlardır.
Siyasetin muhalefet aynasının çatladığı gün bugün. Bugün hüner; eylem ve söylem bütünlüğünde, kolluk barikatlarıyla çevrelenmiş ziyaretçi kabul mekânı önünde, pik yapan umutsuz bekleyişlerden, dip yapmış umuda nöbetlerden mutlu son çıkarmaktır. Bunca solgun ziyaretler ve ziyneti kalem ziyaretçiler sessiz ve sonsuz eylemliliğin evrene yayılmasını tetikler. Her biri iktidarı ürküten başlı başına büyük isyandır. Direkt direnişler bile anılarda kalacak olabilir ancak siyasetin küresel aynasına çakan kıvılcım asla unutulamaz. Maskeler düşer, masalar sehpalar devrilir hatta tahtlar devrilir, monarklar yıkılır unutulurlar. Ama siyasetin soy kütüğüne çakılan eylem çivileri hiç unutulmaz.
Unutulası bugünü, kalemkarına zarar getirmeyecek ustalıkla, ustaca dizilecek sözcüklerle anlatmak çok zor. Bana ne bahanesiyle estirilen faşizm rüzgarını es geçmek ve zoru kolay eylemek ise hepten zor. Kan gülleriyle, çan gümbürtüleriyle donatılı tarih yolculuğunda, vurgun yemeden özgürlüğe ve bedel ödemeden barışa ulaşmak en zor iş. Hele inanç bir kere tutukluk yapınca yaslar yasalar, ince kalın hesaplar birbirine karışır. Açılmaz denilen ağır demir kapılar kapanır. Zıddına siyaset atmosferinde, yer yarılıp gök açılınca siyasetin boy aynası da çatlar. Çat kapı da olsa aynaya silüeti düşen uzun kısa, tombul sıska tüm pozlar da çatlar. Devasa sanılan davalar da bilirkişisiyle birlikte çöker.
Bugünlerde dostdoğruluk, ‘yatmadan olmaz’ repliğine bağlanmış. Bu yatık düzenekte, içeride veya dışarıda kalanlar kutlu davaya bilinç ekledikçe, kavgaya direnç kattıkça uzun soluklu olur despotik iktidarla mücadele. Medya dünyasının gonca gülleri, kırmızı karanfilleri solar belki ama meydanlar o sayede renklenir. Tepede daima kara bulutlar dolaşır ama eylem kuşu canlanır. Zaten savlanan suçların tümü hava civadır. Tek icraat iktidarın reddine siyasetin soy ve boy kütüğüne can yakan çiviler çakmaktır. İlla ki iktidar erki lehine, suçtan sayılamayacak suçlamaları yapmak yoz siyasetten sayılabilir. Ve iğreti ithamlar, siyasetin soysuzlar kervanına eklenir. Zaten dünya üzerindeki en vicdansız tavır, tıyneti bozuk duymazlık ve bozguncu duyarsızlığa bel bağlamaktır. Bu kara vicdanlılık geniş yığınların, yarı çoğunluğuna ballı ekmektir. Ancak bal teknesine abananlar yüzünden, ekmeklerin bozulduğu gün düzenin bozulduğu gündür. Gün ile gece denkliği siyaseten bilmezden gelinir.
Bugün dünden bellidir oysa. Kaypak siyaset arenasında, siyasetin soy aynasında simlenenleri, simgeleştirilenleri hayasızca nesepsizleştirenler, sırf bundan sebep sıra onlara da gelir. Çala çırpa kibirlenip edepsizleşenler, bir gün mutlaka kurgulanan korku duvarı delinir. Acayip güvenilen ucube beyaz saraylar da yıkılır. İşte o vakit anlaşılır; tüm her şey insanlık onuru için yapılmıştır. Ayrıca bugün faşizmi dayatan hâkim siyasetin boy aynasının orta yerinden çatladığı gündür. Sıradanlığın soy aynasındakiler de gün gelir unutulur gider. Zamanla anılarda bile silikleşirler. Ancak yarınlara ışık tutar tüm kusurlu tutuklamalar. Siyasetin soy kütüğüne gümüş çivileri çakanlar ve yerin dibine çakılanlar şeytan üçgenine rağmen dünyanın altını üstünü belirler. Yani anı kurtarmak için değildir, geleceği yakalamak içindir tüm mücadele.
Siyasetin iktidar ve muhalefet aynasının çatladığı gün bugün. Bugün dört bir yanda başlayacak mücadeleye devam günü. Bugün kısalan ömürden çalan Silivri ziyaretleri günü. Yarın, sakın ola Sivriada sürgünlüğü…

VİCDANLAR RAHAT MI ACABA?

 VİCDANLAR RAHAT MI ACABA?

Kara vicdanlı menecer saymanlar paktı
cebren cerlediler havaya
doğruyu doğru saymadan zaptırapt cinliği
kokusu çıkar çok yakında.
Tek elden raporlar tekdüze
işgüzarlığın silüeti kara kukiletalı cellatlar
calaskar zincirleri boşaldıkça makaradan
ömür boyu harcıma katılası acılar birikti heybede.
Soru soramayan turup gibi kesilen cezalarım
ölsem de unutamayacağım ara yıllara ağıtlar dün gibi
ağladıkça içime döktüm çekincesiz gözyaşlarımı.
Lafta bilirkişi kurgusuyla arafta kalmalara
gülüyor gülleri kurutan narı cehennem.
Gönül ferman dinlemez çetin yolculukta
isyanıma isyan inadına aşk şerbeti kadehte
kana kan ırmağı tersine akıtılıyor.
İnan ne ima kalır ne de iman
arapsabunu kokar akıma kapılan yanık tenler
aklıma üşüşür korkunç salınmalar
korkak piyonları artık teneşir paklar.
Kaypak kostak oyunları bozulan
Dünya karardıkça hala ak pak diyen çenebazlar
kara vicdanlar rahat mı acaba?
Acaba desen ne mola
iç bedesten kartondan molla
irkiltici nefesini içtiğim derdest yıllar dün gibi hala
içtim nefisem enfes günleri de içtim
içtikçe içerden dışarı dirildim.
Dile geldi satılmış dünyalara adak adayan canlar
uzun yıllardan sonra karınca kararınca yine öldüm.
Çok evvelinden belliydi herşey oysa
salt sen öyle istedin diye birikti dertler divana
ben zaten her vakit adalet uğruna deli divane
eduva sevda çiçeği kokuyor taş duvarlar elinde.
Yattım çıktım girdim yattım
dilimin ucuna gelenlerden gazaba uğradım
soymana sakladım son nefesimi.
Nefsim köreldikçe yokladım körolası dörtduvarı
süresiz suskunluğumu dört yıl aradan sonra bozdum.
Susuz bir yaz daha geçirmek değildi niyetim ama
ecinni saymanlara saydırdım ala koyunları uyudum.
Yurdum arsız alevleri kurşun gibi kum gibi
nettiler ettiler bozuk plak ajanslara düştü yangınlar
karma vicdanlar rahat mı acaba?
Rahat olsan ne çare
dış kapıdan dışarı mukavvadan kale
upuzun kumsalda kalbi kırık kırk ışık çemberi.
Akrep soykası zehirliyor ak kara akranları
kırk yıldan fazladır tanırım ukala ekranları
paça kasnak yapışan kırkayakları.
Yılgın yüreğime düşen yara ne taze
bayat ki bayat sefil bir hayat dün gibi.
Yegane ispatı kaygan zeminde icra davası
icabında dev bir aşkla sırf ayakta kalma çabası.
Çalakalem minareye kılıf uyduranlar pek hevesli
kara zindan vicdanlar rahat mı acaba?
Acep azaptar masallarda verilen ne ola
çok belliydi yıllar evvelinden
yağmurdan kaçarken doluya tutulmak faslı boşaldı teraslara
ters giden bir şeyler var sanki her uzayan davada.
Tutukluk hali tutukluluk ahvali
uzayın derinliklerinden kopan olgun sel olup taştım
Denize şöyle bir baktım ayıldım
anında azgın bir yangın vurdu kara bahtımı
kor ateşlerde yandım sonbaharımda yıkıldım.
Alev fırtınaları kavurdu çelik yüreğimi
eridi iliğim eridi kemiğim
anlaşıldı ki kurtuluş yok artık tek başına.
Çok başlı ejderha kustu lavlarını
kara zifir vicdanlar rahat mı acaba?
Yıllar yılı uzaktan uzağa savruldum kuru yaprak gibi
ellerim titreyince hedeften şaşıyor gülle avuçlarım ıslak ıskalayınca kaçıyor kınalı serçe.
Tetikteki işaret parmağım her zamankinden aylak
bir baş belası tatminsizlik kuruldu iman tahtama.
Tahtı sathı sırf kendinin gören mıhteremler
alev hapşırığına kandım hamiline yandım
gri duvar kağıtlı odada on yıllarca matem tuttum.
İlla billa ilaveten tahtırevan arzı tutturanlar
karantinalık vicdanlar rahat mı acaba?
Acayip bir düş ama düşsen peri bacamdan ne ala
düşlere kısa mola düşenler koyulunca yola.
Kılı kırk yardım diye hep yarınsız kaldım hoca
saymanlara doymanlara aldırmam bir daha.
Kırk yıldır okyanusun en derinine gömüldüm de
dirilişi çok özlemişim meğer acayip direndim.
Kara vicdanlı soymana olancasını saydırdım
soy sop yangınında kurulan yer sofrası daha dün gibi.
Gökyüzünü avuçladım kalbimin sesi kısık
çıldırmak üzereyim içime sığmıyor hüzün.
Kapkaranlık tünelde kavruk sarı ışığa sarıldım
kırk yıllık tanışıklık ta bitti kırklar divanında.
Cehenneme sabit direk saymanın sayısız raporlarıyla
kızgın lavlar gölgesinde sanık sayıldım.
Esir canlar pazarında bir kurşun liraya satılık ömrüm
Derdo ciğerimi yakan hep o eski yangın hovardalığı.
Derdime derman olan olamayan canan
madem yıllar evvelinden belliydi herşey
karmapolitik vicdanlar rahat mı acaba?

YİNE YER SARSILDI, ZATEN YER GÖK BETON…

  YİNE YER SARSILDI, ZATEN YER GÖK BETON…     Yine yer sarsıldı, Silivri açık denizinde altı nokta iki. Eyvah ki eyvah, zaten yer gök ...