TAM SAHA PRESS, YIKILMAZ BLOKSS...

30 Mart 2024 Cumartesi

ŞEREFLİ MÜHÜR ALTI UMDE’YE…

 

ŞEREFLİ MÜHÜR ALTI UMDE’YE…

    

Yarın yerel seçim. Sandığa bir kala, Ada’nın siyasi propaganda sürecini, siyasi partiler açısından değerlendirmeye gerek yok. Genel iktidarı yönetenler ile sırf sağda iktidar olmaya göz koyan partiler sahada yeterince performans gösteremedi. Yerel iktidarın canlandırdığı siyasi atmosfer yaşandı ve bitti. Kayda değer tek konu, Ada’ya özgü miting enflasyonunun canlara moral, Ramazana eğlencelik katmasından başka siyasete ne kazandırdığına ilişkin belirsizlik. Bu özellikle özeleştiri yapılması gereken ciddi bir durum. Tüm adayların performansı değerlendirildiğinde, mevcut başkan vizyon ve misyon bakımından açık ara önde. Yani yerel muhalefet seçimi almaya yönelik hamlelerde epey cılız kaldı. Oysa tam tersi olmalıydı.

 

Bu tarihsel gerçeklik ne oranda sandığa yansır işte orası belirsiz. Çünkü Ada da yerel iktidarın değişmeyeceğine yönelik beklenti, oy kullanmayı sıradanlaştırıyor. Değişken orana sahip bu tavır ciddi bir oran tutturursa, genel iktidarın değişmemesi gayretkârlığına arka çıkılmış olur. Ada özelinde mevcut başkana siyasi refleks gösterisi, Büyükşehir başkanlığına yansır. Diğer yandan genel iktidarın sesleri kısmak, solukları kesmek ve hesaplaşmayı geciktirmek politikasına destek verilmiş olur. Seçmen bu gerçekliği göz ardı etmeden, sandığa gidip ültimatom çekmeli. Yoksa daha çok çeker. Çünkü sandığa vicdan ve isyan pusulası koymadan, Allah’ın yüce adaletini bekleyerek saltanat bitmez…

 

Yerel seçim yarın. Yedi uyurdan beter uyku sarmış beyinler, bu yerel seçim uyanmaz ise genel iktidar tarafından organize edilen tüm alakasız ve pervasız işler, haddini hududunu aşan yaklaşımlar ve nice haksızlık devam eder.  Sessiz çoğunluk seçimden seçime kullanabileceği yetkiyi, partizan kılıklı amigoların etkisiyle boşa sarf ederse, genel iktidar üzerindeki etkisi daha da zayıflar. Sonuçta yerel ve genel iktidar desteği ve imkânlarından faydalanma içgüdüsü, kolay kolay içinden çıkılmaz bir sürece teslimiyeti tesciller.  Yani bu yerel seçim, genelde son noktayı koyma veya evrende silik bir nokta olma seçimi…

 

Tarih sahnesinden silinmesine ramak kalmış toylar boylar, düğünler dernekler, kulüpler vakıflar, sendikalar federasyonlar, iş adamları işkadınları, yazarlar sanatçılar, işçiler işsizler, öğrenciler veliler, engelsizler engelliler, erler kadınlar, köylüler kentliler, taşralılar varoşlar, çiftçiler rençperler, evliler evsizler, yerliler yabancılar, Adalılar kendilerini Adalı sayanlar bu yerel seçimde kötü gidişe dur deyip ‘Tam yol ileri’ demelidir. Firesiz sandığa gitmek bozguna talana, yalana çalana yataklık ve yaltaklık edenlerin bir nebze hızını kesmek demektir. Seçimlerden umudunu keserek sandığa gitmemek demek, genele hâkim düşüncenin devamı, yürekleri kemiren kuşkuların tutsağı olmak demektir. Geleceğe yön verecek manevraların manasızlaştırılması demektir.  Dediğim dedik çaldığım düdük siyasetinin Ada’ya yaygınlaşması demektir. Eğer yerel genele kaybederse, pazartesinden itibaren deniz kıyısı kentlerde bile iş işten geçmiş, bir tarihi fırsat daha tepilmiş olur.  Ve yine filler tepinir çimenler ezilir.

 

Yarın yerel seçim. Görünen sırf İstanbul seçimi ve genel seçim havasına sokulan bu yerel seçimde, iktidar partisi umduğunu pek bulamayacak. Çünkü yerelde genelde güçlü irade, tek elden idare manevrası siyasi arenada tutmadı. Akla kara kısmen görüldü, kumpas, montaj ve paralel şey yakıştırmaları tarihe gömüldü.  Şimdi politik denge dengesizliğiyle nasırlaşmış unsurların ve çarpık anlayışın, şeffaf sandıklara gömülme zamanı.

 

Zaman durur, sandıkta oylar genele kayar ve kaynar kazan buharlaşırsa, gömü ve defin işlemi yarım bırakılırsa bambaşka idari model, bir gecede rejime montelenir. Klik siyasetinden medet umanlar, başkanlık, cumhurbaşkanlığı düşüyle yatıp kalkanlar paspas olur. Ansızın ve hiç hissettirilmeden rejim kökten gerisingeri revize edilir. Eli varır yürekleri yeterse kurulacak banal ve dengesiz kör döngü, kör dövüşünü başlatır. Tüm anayasal özgürlükler sosyal alanlarda sıfırlanır. Bu yerel seçim diyerek umursamadan verilen ve verilmeyen oylar yaklaşık otuz yıllık genel iktidarı ömürlük kılar. Doğal olarak kırk üçüncü  mutlak monarşi ilan edilir…

 

Yarın yerel seçime okullar hazır. Okul ekol, Ada moda derken temel değerlerinden uzaklaşanları seçmek veya seçmemek, seçilmişler diktasının uydurmalarını oylamak ve oylamamak için Adalı sandığa gidecek. Sandıktan öyle yıktı geçti, yıktık geçtik hülyaları içermeyen bir oransal tablo çıkması muhtemel. Bu orantısal sıkışma ilçelerden illere, illerden büyükşehirlere, yerelden genele uzanacak gibi. Temel ilke sandığa atılan pusulada gizli, ok yaydan çıktı bir kere, kaçarı yok…

 

Yerel seçim yarın. Yarınlar için, umuda tam yol ileri için, şerefli mühür Altı Umde’ye…

28 Mart 2024 Perşembe

BİR SEÇİM MONOLOĞU, BİR NİSAN ŞAKASI…

 

BİR SEÇİM MONOLOĞU, BİR NİSAN ŞAKASI…

 

Son seçim sonrası, olanlara aldırmaz sıradan hayatlara bile kör karanlık çöktü. Yeryüzü sağıldı, gökyüzü soldu. Sağırlık, ağırdan ağır takılanlara bile karanlık yüzünü gösterdi. Yabancı bir ülkede yaşanıyormuş gibi yaban. Resmen yabancılaşıyoruz. Aklı yele, idealleri sele veren arsız değişmeler, amansız kurgular, teslimiyetçi tesciller yabanlığında yerel seçim kapıya dayandı. İleride pustuk sustuk, kala kaldık dememek için tüm uğraşımız. Elbette belleklere müdahale var. Açıktan açığa bilince ambargo uygulaması da. Hayattan bezdik, usandık dolayısıyla hafızalarda gönüllerde kırgınlık. Umursanmaz yılların getirisi onarılması zor onur kırılmaları yaşandı. Artık pek saklanmayan cinsten isyan zamanı. Katmerlenen karşıtlık ‘bir seçim monoloğu’ mu yoksa ‘Bir Nisan’ şakası mı olacak sandık gösterecek…

 

Bir dokun bin ah işit, gör ve hisset kararlılığıyla gün yüzüne çıkan tartışmaların gökyüzüne asıldığı bir seçim süreci daha yaşandı. Son günlerde bile tedirginliği azaltacak, tedbirsizliği söküp atacak bir atraksiyon geliştirilemedi. Oysa hemen yerel seçim peşine, başına geçmeyen bilmez paketleri, acı reçete yaptırımlar şimdiden hazır. Bu istasyonlara uğranacağı bilindiği halde yine partizanlık.  Ramadan dolayısıyla rafadan dincilik. Bu arada demirden korksak trene binmezdik diyenler çoğalıyor. Es kaza malum iktidar bir beş yıl daha kazanırsa onların iflahını keser. Siyaseti ‘Keser döner sap döner gün gelir hesap döner’ hesabı yapmadan, köşeler dönmek, köşeleri tutmaktan ibaret görenlerin suni gündem yaratma çabaları bu kez pek tutmadı gibi. Beyne, göze ve kulağa hitap etmeyen bilinç bozukluğu, hali vakti yerinde olanlara özgü bir karahumma olarak kaldı sanki. Kazanan ‘bir seçim monoloğu’ mu olacak yoksa ‘Bir Nisan’ şakası mı patlayacak yerel seçim gösterecek…

 

Bu seçimde sözde seçkinlere sunulan şatafatlı dünyalar dışında üçüncü dünya ülkesine dönüşüveren ve kısır hayat öykülerine sahne olan bu bereketli topraklarda yoksullara zırnık yok. Sıralanan vaatler bile yavan. Siyasette ne verirsen onu alıyorlar, vermezsen aldırmıyorlar zihniyeti egemenliğini kurduğundan beri, egemen güçlerin işi kolay. Elbette paralı gurka kimliksiz hafızalar, kafaya takılan soru işaretlerini sayfalara kenar süsü konumuna getirip bertaraf ediyor, geçiştiriyor. Finale doğru hazımsız fırsatçılar ve sanal fırsatlar gırla. Altın kalem elimizde, birilerinin altını kolayca oyarız ama oyacak değiliz. Ancak bir kez daha, seçimin altını üstüne getirecek havsalası dar avamla varyeteyi final sonrasına bıraktık. Göreceğiz bakalım ‘bir seçim monoloğu’na sığınan yalancı figürlere ‘Bir Nisan’ şakası için harfler ve iç içe geçmiş naif öyküler yetecek mi?

 

On yıllardır kader diyerek peşinden koşulanlar, izlenmesi zor gerilim filmine asla örnek alınamayacak dönüşümler hapsetti. Yıllar yılı sarı seri ilan adayları dayatan seçimler ardı sıra ıskalandıkça, teknoloji casusluğuna taş çıkartacak siyasi kopyacılık prim yaptı. Sürekli ayni senaryoya, aynı bildirilere ayni beyannamelere bel bağlandı. Bu tarz siyasi felsefeyle olmayacağını bile bile herkes filmci feylesof kesildi. Modernizmin simgesi olalım diyen solda sıfır kaldı. Merkez sarımsağın buharlaşmasıyla tepeden damlayanlar, karaktere göre değil, adaptöre göre sivrildi. Öyle tuhaf bir iş oldu ki siyaset, hala ‘bir seçim monoloğu’ göndermesiyle başarı kazanılır sanılıyor ve inanılıyor. Siyasetçilerin diyet borcunu ‘Bir Nisan’ şakaları ile ödeyecek olması da bir başka muamma…

 

Ortaya sürüldükçe sarsılan ve hiçleşen şeffaf sandukaya bu kez ne yansır veya yansımaz, bahise gerek yok. Aritmetiğe, grafiğe, yüzdeliğe hiç gerek yok. Bahse konu, hayali dünyalar kuranların, din iman sarmalında kendinden bile kaçanların, evrile evrile büyüyen içtenlikli taleplere kulağını tıkadıkça tıkayanların hala revaçta olması. Tabelada kalması. Peşinden koşulması. Bu ne yaman çelişki arkadaş. Kara yazgının yansısını ‘Büyük Usta’ yazmış kardeş, “Akrep gibisin kardeşim, / korkak bir karanlık içindesin akrep gibi…/ Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim. /Bir değil, / beş değil, / yüz milyonlarlasın maalesef. /Koyun gibisin kardeşim… / Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer/ ve Hâlâ Şarabımızı Vermek İçin Üzüm Gibi Eziliyorsak/ kabahat senin, / — demeğe de dilim varmıyor ama — /kabahatin çoğu senin senin, canım kardeşim!” Çelpeşik çete devrildiği gün, evrildiğin gün olacak kardeş. İşte bugüne özel ‘Bir Seçim Diyaloğu’ yazısı eğer el değerse travmatik ‘Bir Nisan’ şakaları geçiştirildikten sonra…

 

Başta ve sonda azımsanan yerel azalar, yazarlar diyarına savrulur, azami özen göstererek duvarına ‘martın sonu bahar’ yazar. Uzaya gönderilen uydular ve para göz uzay turistler zaman dolunca, yüklenen kredi bitince yeryüzüne döner. Her yerel seçimi yersiz yurtsuzlar, mevcuda uydulaşanlar, yenilgiye denge bozanlar, olası yenilenişe benliğini adayanlar belirleyecek. Artık nereye dönerler, nerede dururlar, karantinaya mı alınırlar ‘Bir Seçim Diyaloğu’ yazıldığında göreceğiz. Şimdilik ‘Bir Nisan’ şakası gibi yazılmışından okuyacağız, “…Koyun gibisin kardeşim, /gocuklu celep kaldırınca sopasını/sürüye katılıverirsin hemen/ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye. /Dünyanın en tuhaf mahlûkusun yani, / hani şu derya içre olup/ deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf. / Ve bu dünyada, bu zulüm/ senin sayende…”

 

Bir kez olsun ‘Umuda tam yol’ vermek yerine, kör karanlığa tapınanları, gökyüzünü solduranları, kaba saba ‘Bir Nisan’ şakaları sallayanları asla sallamadan, kör karanlığa inat mutlaka ‘bir seçim diyaloğu’ karalayacağız…

26 Mart 2024 Salı

ŞİİRKOLİK

 ŞİİRKOLİK

Piki derin dipsizliği serin şiirler severim
kıçı başı oynayan gecelerde şiirsiler kurarım.
Şiirkoliğim gecenin müziğini dinleyen
darda bedenim harda düşlerim zorda aklım
şiirkolist başım duman darma duman.
Düşünürüm ateş cennetini aç sözlerle
taş duvar oyunu doğum günü hediyem
mütemadiyen müstehçen sınırdayım nazikçe.
Ah bu şiir döngüsü ah bu şiirsiler süngüsü
şiirseverim yaz kış şair üşümelerini yazan.
Dizelerle içim geçmiş zihnim şiirkolist
benim şeffaf odalara kendini saklayan.
Şairsiler hayatın dikiz aynasında tutuklu
şiirsiler kendi başıma kaldığımda tutkulu.
Aksanım yettiğince şiirciyim yani
yeter ki bir şeyler anımsatsın sözlerim.
Dileyen gönlündeki rengi giyinsin
şiirsiler acıtamaz artık sözlerin terzisini.
Şiirkolistleri mermer kırığı taşlara yazdım
seksek karesinin içi yine boş kaldı.
Saklambaç sarhoşu körebe çocukluğum
kula kulluk kukalandı suni zeminde.
Kırklar ip atladıkça evrildi
sehpada ben de vardım sanki.
Ölümün parolası mavi ışık küresi
renkli misket tanesi camdan kalp
dip dalgasıyım dipsiz şiir denizinin.
Çocukluğum hala pembe uçlu memede sabit
şiirsi sevişmelere harcanan enerji şairane
doya doya içime kattığımsın şiir niyetine.
El heykelliden elimi uzatsam masmavi bulutlar
ıslak dudaklarında karanfil kokusu.
Gecelerden bi gece sarı sıcak kırlardayım
sabahlar olmasın şair duymaya hasretim.
Şiir günlerinde kalbime sır bıçak saplı
şiirsiz yıllar karadenizde batan kağıt gemi.
Tersine akan sularda yalpalıyorum görsen
kaç kez düğümlendin boğazıma bilsen.
Delirmiş kemirgen şiirsiler yüzüyor tenimi
Derdo mısra mısra öldükçe ölüyorum.
Dirilişim şiirkolist her eserim şiirkolik
piki serin dipsizliği derin şiirseverim...

UMUDA TAM YOL...

 UMUDA TAM YOL...

Bir hafta sonra, yerel seçim. Bu seçimde bahar ile karakış arasına iyice sıkışan seçmen, geçim stresinin ağır baskısıyla sandığa gidecek. Kabinde ya gereğinden gerilimli, piki dibi bol siyasi süreci oylayacak ya da yine oyalanacak. Her halukarda hemen seçim peşine kabir azabı başlayacak. Yani seçmen, dağarcığına zerk edilenler doğrultusunda umursamayacak veya umuda tam yol ileri diyecek. Evet, umuda yolculuk için son bir hafta...
Baştan beri bir acayip atmosfer. Yine politik alay, bol kalay ve kritik siyasal abartı girişimleriyle yerel seçim, yerel seçim olmaktan çıkarıldı. İktidarı, muhalefeti başka bir havaya büründürülmek istenen formda son düzlüğe girdi. Taraflar salt İstanbul’u kapmak veya kaptırmamak üzerine strateji geliştirdi. Geri kalan diğer seçim bölgelerinde ise büyükkentler dahil bu fos formatlamayı kabul etmişlik, isteksizlik ve gereksizlik hissi revaçta. Hala İstanbul’u alan her yeri, her şeyi alır tafrası. Oysa öyle olmadığı görüldü. Buna rağmen genel iktidardan kurtulma havasını sendeleten, alternatif yol aramayan durum ve sunumda ısrar ediliyor. Yani bir yanda otuz yıla yakın kim yönetmiş, yönetmişse neme lazım tavrıyla yakın geçmiş unutturulmaya çalışılıyor. Bir yanda ise yaklaşmakta olan bariz gerçeklik kitlelere zor bir hal anımsatılıyor. Her sıkıştığında safsatalara sığınan çarpık düzenin sistematik kodlamacıları ile gidişata gereğince karşı koyamayanlar İstanbul üzerinden probaganda sürecine tutunuyor.
Konu mevcut oyları koruma çabası olduğundan manasız, kirli ve kinci gayretler, karakter zayıflıklarıyla bütünleşiyor. Seçimin karakteri zedeleniyor. Güçlü göründükleri yörelerden rica minnet İstanbul anakent için oy devşirenler, politik toptancılık yapanlar ciddi yarışa hile sokuyor. Her seçimde olduğu gibi sinir uçlarıyla oynuyor. Sihir çıkmazında bunalanlar, dayanmaz ölçülerde fukaralığa sürüklenenler ise seçim bir yana bayram üzeri yine görmezden geliniyor. Böylece boş verdimci zihniyet fazlasıyla palazlandırılıyor. İşte sırf bu yüzden iş yine olacağına varacak. Sanki herşey eski tas eski hamam devam edecek...
Umuda tam yol ileri diyenler seçim ertesi akla kara belli olacak dese de çarpık sisteme sitemler artsa da yerel seçim artçıları genel iktidarı sallayamayacak. Seçim mevcut tabloyu değiştiremeyecek. Bu malum iktidarın en kötüsü üç beş yıl daha devam etme lüksüne kavuşması demek. Oysa bir evvelki seçim hayallerin ve beklentilerin kiminle gerçek olacağı, kime gerçek veya kimlere hayal olduğunu bizzat gösterdi. Milim standart sapmayla bir beş yıl daha nasıl harcanır cümle alem gördü. Bir hafta sonraki yerel seçim iktidar tarafından o yüzden monotonlaştırılıyor. Hedef İstanbul gösteriliyor.
Seçim sürecinde katlanarak baş reisin emrine sunulan örtülü ödenek örtüsü gösterdi ki mevcut iktidarın mali açıdan artık İstanbul’a gereksinimi yok. Kurumsal kurum ataması adaya bakıldığında bile durum ayan beyan ortada. İktidar İstanbulsuzluğa çoktan alışmış, olmasa da olur havasında en zayıf adayla yarışıyor. Kazanırsa eyvah ki eyvah, kaybederse iktidarın olası diğer kayıplarından pek farkı olmayacak...
Ana muhalefet için ise bu maraton asla bitmez. Yarı yolda kalmamak için 31 Mart’ta istenen makul düzeyde belediye elde etmesi şart. Yoksa havanda su dövülür. Çünkü eskisi gibi bir şeyleri geçiştirmek artık çok zor. İktidar cephesinin kimyası bozulmuş ve coğrafyası kaymışken, muhalefetin bu gerçekliği göz ardı edip seçim bölgelerini kaybetmesi yeni pentagonvari oyunlara zemin hazırlar. Parti iç hesaplaşmalarla kan kaybeder...
Seçmenin önünde herşeyi enikonu düşüneceği, siyasilerin önünde ise kitleleri layığıyla düşündürteceği bir hafta var. Bu bir haftayı ana muhalefet tüm analizleri ve istatistikleri salt İstanbul seçimine takılı kalmadan, topluma doğru biçimde aktararak değerlendirirse tam yol ileri hedefi tutturulabilir. Bu yapılmadıkça sabahın köründe sandıklara koşmanın tek faydası moral motivasyondur. Aksi halde bugün partiyi dizayn edenler ve seçimi koordine edenler, seçim ertesinde kıyı köşe saklanarak yakasını kurtaramaz.
O nedenle seçim metreyi bugünden tezi yok dostdoğru işletmek gerekir. Bir hafta boyunca bu yerel seçimin keskin viraj ve dönüm noktası sayılması gerektiği vurgulanmalıdır. Yıkılmaz görülen saltanatı yıkabilecek son hamle olduğu perçinlenmelidir. Yoksa tam yol ileri gidilmez. Gidilse bile umuda yol bulunmaz...

19 Mart 2024 Salı

FAŞİZMİN GÖLGESİNDE FUTBOL, YAŞA FENERBAHCHE...

 

FAŞİZMİN GÖLGESİNDE FUTBOL, YAŞA FENERBAHCHE...

 

Yıllar içinde tek parti-tek tabanca rejimi, ülkenin ‘futbol belleği diri, futbol mazisi derin’ olduğunu bile bile her alanda olduğu gibi futbolu da kurduğu hegamonyaya hizmete tabi kıldı. Tabiatıyla sahalara ekilmesi gereken önce barış sonra başarı iken, milyonlarca kulüp taraftarını futboldan koparacak düşmanlık ekildi. Neticede başarıyı istediğine hediye eden bilinen kaos. Bu kayırmacayla sektörün silüeti hepten bozuldu. Dolayısıyla bağımsız futbol sistemi olmadığından gelişim ve dönüşüm asla gerçekleştirilemedi. Özerk federasyona sahiplik ve profesyonellik de lafta kaldı. Resmen amatörleşildi. Bu bayağı dayatmaya, 3 Temmuz’a Fenerbahche rest çekince kendisine karşı özerklik, profesyonellik ve sportmenlik tarihe karıştı. Gizli düşmanlık yıllar yılı devam ettirildi…

 

İkinci yüzyılın ilk yerel seçimine sayılı günler kala futbolu göçertme pahasına, Fenerbahche’ye karşı bilindik taktikle birileri yine sahaya sürüldü. Kör topal ilerleyen ve spor aşkına katlanılan ‘Faşizmin Gölgesinde Futbol’ Trabzon’da organize suç olduğu sabit, çirkef sistematik saldırıyla pik yaptı. Çeyrek yüzyıldır din-mezhep-cemiyet eksenli sürdürülen siyaset, farklı ve özgür kalma sevdasını kaba güçle orta yuvarlağa sıkıştırdı. Futbol orta sahada dip yaptı…

 

Öyle ki hem siyah beyaz hem de renkli ‘Zafere Kaçış’ filminin sonunu anımsatan benzerlikte bir işi yapanlar ile birilerine ihale edip yaptıranlar her kimse artık hiç önemli değil. Film bitti. Resmen futbola, futbol üzerinden Fenerbahche’ye siyasi darbe yapıldı. Ve ‘Fenerbahçe Cumhuriyeti’, futbolun gölgesinde ‘Cumhuriyet’e çökmek isteyenlerle, tarihinin en büyük maçı için kampa girdi. Şimdi devrim zamanı dedi. Yani Nisan ayında toplanacak olağanüstü genel kurul ‘Faşizmin Gölgesinde Futbol’u ve şanlı Fenerbahche’nin geleceğini oylayacak. Yaşa Fenerbahche…

 

Sahnelen tıpkı 3 Temmuz'da olduğu gibi oyun içinde oyun, maç içinde maç. İçerde dışarda ne kadar pislik yapıldığı, futbol kamuoyunun ne kadar provoke edildiği bariz. Fenerbahche’nin periyodik benzerlikle ne kadar haksızlığa uğradığı apaçık. Şimdi çekilen bu filmi bir kez daha dünya aleme ilan etme zamanı. Gericileştirilen memleketin gittikçe gerileyen ve eriyen futboluna aldırmadan, ne güzel işler başardık babında sinsice gülen, yılışık tavırla apaçık sevinen, şerefsizlikle şahlanıp şişinen, güdümlü balon kırkayaklara bir kez daha gününü gösterme zamanı…

 

Eğer 3 Temmuz direnişinin aksine, bir öncekindeki gibi pasif davranılırsa yeni gizli tertipler, baştan sona kurgu ilişkiler ve alakasız ilişkilendirmelerle altından kalkılamaz kumpaslar hazırlanır. Zaten hemen ‘ağır! Tahrik var’ söylemleri yoğunlaştırıldı. Dahası başkanından yöneticilerine, teknik kadrosundan futbolcularına çekilecek operasyonla ‘Büyük Fenerbahche’nin bir kez daha kontrol altına alınma senaryosu güncellenir. Futbolun diğer bileşenleri Fener karşıtlığıyla kendine paye çıkarır, gücenir ve heyheylenir ama realite bu. Yani ‘FB’ dizayn edilirse yeni bir ülke dizayn edilir, ‘Fenerbahche Cumhuriyeti’ yıkılırsa ‘TC’ yıkılır. Nedeni belli, ‘Zaferin Rengi’ belli. Karanlık zihniyetin en zorlandığı takım Fenerbahche, en çekindiği maç Fenerbahche maçı. Bir türlü kazanamadıklarından kör karanlığa tur atlattıramıyorlar. O yüzden yıllar yılı ‘Faşizmin Gölgesinde Futbol’a sığınıyorlar.

 

On yıllardır Fenerbahche futbolla fundamentalizme direndi, faşizme geçit vermedi. Şimdi yerel seçim öncesinde bu direncin kırılması için, futboldan anlamaz karanlık kişilerin yöneticiliğinde huzur bozan olaylar devreye sokulmaya çalışılıyor. Futbol üzerinden yaratılacak toplumsal kaosla yerel seçim harmanlanıyor.  Ancak bu yerel seçimlerin ötesinde bir kalkışma. Özgürlük ve özgünlük sembolü sarı kanaryayı ‘kendilerine mahkûm etmek’ isteyenlerin tek derdi aşikâr. Gaye tarih boyu tüm hain kalkışmalara karşı koyan, futbola sızmaları reddeden takımı aradan çıkarmak. Yaşa Fenerbahche...

 

Sömürgen efendiler iş çığırından çıkınca faşizme bel bağlar. Faşizm de futbola. Çünkü futbol, taraftarların dolayısıyla halk katmanlarının birbirlerine üstünlük taslaması, hayata tutunmanın üst model boyutudur. Bu nedenle takımları ele geçiren buyurgan efendilerin dediği olur. Bu yüzden sistem göçertme taktisyenleri, başta futbol endüstrisini çökerterek, futbolun iktidar yanlısı dönem patronlarını yaratır. Milli ve yerli gösterilen misyonerler futbolun içine sokulur. Böylece siyasal erkin kurmaca ekiplerine ve su dümenindeki takımlara topyekûn saha içi, masa başı destek sağlanır. Ezeli ebedi rakip takımların üzerine oynanır. Şam şeytanı futbol piyonları vasıtasıyla ‘Faşizmin Gölgesinde Futbol’a, türlü ayak oyunlarıyla sanal ve görsel aklanma imkânı verilir.

 

Dün olduğu gibi bugün yalan yanlışta ısrarcılıkla top patlar, fileler boşalır, ağlar delinir ve futbol zevk vermez. Haliyle adı süper değişken, aslı paspas siperlik lig, maddi manevi değer kaybeder. Hatta yok yere kafa göz girmek, sövmek dövmek, silmek sindirmek pespayeliğini övmek yeşil sahalara yayılır. Bu embesil modelin battığı görüldüğü halde, şiddet duvarından bir tuğla çekmek kimsenin işine gelmez. Çünkü duvar anında göçer. Bunu anca ‘Fenerbahche Cumhuriyeti’ gerçekleştirebilir. Sadece izleyen, futbolu göçertme taktiklerine aldırmayanları da kendine getirecek kontratağı başlatır. Kurak zihniyetin eseri esarete direniş neticesinde, futbolda iyi bir şeyler yaşanabileceğini memleket gündemine sokar. Çok yaşa Fenerbahche…

 

Bu dönemin tarihi de illa ki yazılacak. Mevcut siyasi erk, muhalefet, federasyon, hakem, war, her düşünceden her inançtan taraftar, iyi veya kötü futbol tarihinde yerini alacak. Eğer karşıtlık cephesi daraltılırsa biat etmeyişin karşılığı belli. Vuruşarak çekilme. Yok başkanmış, yönetimmiş, transfermiş, zaafmış polemikleriyle izah edilemeyecek bir durum söz konusu. Kim ne derse desin iktidara muhalifliğin faturasını ödemekten çekinenlerin düzeninde futbol tanrısının dediği olmaz.

 

Eğrisi doğrusu on yıllardır Fenerbahche’ye karşı cansiperane mücadele edip, başa yarışan diğerlerine yatanlar da çimlere gömüldüklerinde gizli tezgâhı anlayacaklar. Ama çok geç kalınmış olacak çünkü peş peşe klasman düşecekler. Futbol literatüründen isimleri kazınacak. O yüzden Fenerbahche’nin haklı isyanına destek, dürüst futbolun bertaraf edilme girişimlerini boşa çıkarır. Tek tabanca rejimi ‘Faşizmin Gölgesinde Futbol’dan vazgeçer ve elini eteğini futboldan çeker.

 

İşte hemen yerel seçim sonrası Nisan başı ‘Fenerbahçe Cumhuriyeti’ olağanüstü genel kurulundaki seçim bu seçim. Yaşa Fenerbahche…

 

16 Mart 2024 Cumartesi

HARMAN YERİNDE FRİDA

 

HARMAN YERİNDE FRİDA

 

Harman döven havarilerin freski bu

fırça fırça fiyasko fırıldaklara fresko.

Halaluş harcanışlara farkındalığın tutsağı Frida

frapan fanusta francalaya hasretin yanık susamı.

Kızıl yakalı reheval abanozdan asalara işlenmiş

sırça köşke salça fraksiyonlar frenk fraklılar…

 

Harman dönen havarilerin freskinde kin faslı

falça falça atılmış geleceğe ar firar firakı.

Yılan başlı yalancılara frenolojik fren cayırtısı

peşpeşe frapeler soğuk kanepeler başı döndü dünyanın…

 

Harman gören havarilerin freski bu

fırça fırça frişka fason friarlara fuayede frigo.

Okyanusu görmeden ölmek gözü arkada kalmak Frida

harmandalı dansıyla yetinenlere frambuaz şerbeti aşkı.

Deniz görmeden toprak olmak kahrolası rüya Kahlo

düşler deryasında kimsesiz kalmışlara kimlik florya

gaz kestiğinde feribot freskler tam yol flora filorit.

İşte ferişte ne kadar dok doküman varsa iptali gerek

okyanusta çimmeden ölmeye dair kanıtlar grek fresk…

 

Harman havalandıran havarilerin freski bu

fikri firakiyye avar havar havailik ikonu kaşkariko.

Firak firkat hep ayni melankoli hep ayni dolap Frida

kaç git uzak adalara hayat haraç mezat üzerine kalmadan.

Duvardaki dramatik çatlağa fırça fırça sürreal fragman

Kim ‘kime sığındığında canı yanmıyorsa onu seviyor’ Karmen…

 

Harman yerinde harman çorman aşklar freski bu

hararı boş haramilerin harakiri yapacağı günlere ufak dokunuş.

Fren tutmaz ‘gündüzlerin ve gecelerin celladı’nı fırçalıyor Frida

Derdo sür git el heykelliye kavat mevat üzerine kalmadan.

Dört duvar pare pare yekpare pastoral manzara florası

harman aktaran har harabat tutsakların ölümcül freski bu…

12 MART, BİR MUHTIRADAN ÖTESİ…

 12 MART, BİR MUHTIRADAN ÖTESİ…

Ziftin peki kara tarih, 12 Mart 1971. Tarihe yazılan asla unutulmaz roller ve isimler. Bir yanda geleceği aydınlatan isimler. Diğer yanda hiç anılmayan, hiç de anımsanmayan bazı isimler. İşte onlar bir muhtıradan ötesini yarattılar...
Bir muhtıradan öte 12 Mart, ilerici, devrimci, yurtsever ve aydınların üzerine karabasan gibi çöken, faşist bir darbedir aslında. Ve o adi faşist darbeciler dönem siyasilerini, meclisi ve senatoyu çok iyi kullandılar. Tüm faturayı da 25 yaşlarını süren üç öğrenci lideri gence çıkarıp, açık hesabı kapatmaya dek hiç durmadılar. Gel gör ki o açık hesap hiç kapanmadı.
Faşist 12 Mart’ı acımasızca peydahlayanlar ilahi adalet gereği, ölümü en acısından tadarak, yutamadıkları lokmalar boğazlarına takılarak cehenneme göçtüler...
Jenerikte çok isim aktı ama Onlar, özellikle de o üç isim hiç unutulmadı ve unutulmayacak. Denizler, ebediyete dek anılarda yaşayacaklar...
Onlar, kazara solan kasten soldurulan o nadide çiçekler her fidanlıkta gömülü-gizli ve yasaklığı uydurma hakiki kitap sayfaları arasında ilelebet yaşayacaklar…
Nice destansı ve dokunaklı 12 Mart yazısı kaleme alınmıştır mutlaka. Çünkü isimler hafızalardan silindikçe hafiften çıplak kalır yazı. Herşey tüm çıplaklığıyla anımsandıkça gün görmeyişin yazılara ektiği tohum yeşerir ve nesilden nesile uzanan bir başyapıta dönüşür. Acılar bir kalemde tazelenir. Yazgı buymuş denilmeyip yine yazılır...
Gaye bu keskin acıyı isimleştirmek, cisimleştirmektir sadece. Listeler dolusu isme, isimsize lanet etmek ve saygıyı hak edenlere istimli-isimli bir esas duruş göstermektir mesele...
Kutlu kutsallara kanlı vahşetin kirinin bulaştığı gün, 12 Mart 1971 saat 13.30. Timsali emsali çürük tecelli, Cuntanın başı Memduh Tağmaç ve Kuvvet Komutanları Faruk Gürler, Celal Eyiceoğlu, Muhsin Batur imzalı “12 Mart Muhtırası” nın radyoda okunmasıyla başlar faşizm faslı. Ve insanların canına okuyan, dünyanın dört bir yanında tezgahlanmış darbelere özgü saçma sapan dönem vaatleri dökülür satırlardan.
Resimsiz ve yorumsuz, resmi kayıtlardan;
“ Parlamento ve hükümet süregelen tutum, görüş ve icraatıyla yurdumuzu, anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk’ün bize hedef verdiği uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve anayasanın öngördüğü reformları tahakkuk ettirmemiş olup TC’nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür.
Türk milletinin sinesinden çıkan TSK’nin bu vahim ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliği giderecek çarelerin, partiler üstü bir anlayışla meclislerimizce değerlendirilerek, mevcut anarşik durumu giderecek ve anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılap kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir.
Bu husus süratle tahakkuk ettirilmediği takdirde TSK, kanunların kendisine vermiş olduğu TC’yi korumak ve kollamak görevini yerine getirerek, idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlıdır. Bilgilerinize.”
Yıkımı başlatan o günlere gerisingeri bakarkör gibi olsa da bakılmadıkça, bu tuhaf muhtırasal hengâme herkese çok bildik, tanıdık gelebilir. Ancak sus pus içinde yol aramayı bilmek ve gözyaşıyla barışık olmak kaydıyla bakıldıkça işin rengi kararır. Çünkü kavramsal ve kuramsal ayrıntıların cam kavanozda birlendiği gizli celselere dek uzar karanlık. Ayrıca gereksiz ve insafsız soruşturmaların, infazların, saldırmaların sıkıştırıldığı, dirlik üstüne bol yalanlı seçkinlik dayatıldığı uzun yılların başıdır 12 Mart 1971…
Karartma geceden başlar. Her yere Cumhurbaşkanı, Meclis ve Senato başkanlıklarına da gönderilen muhtırayla 10 Martta Yüksek Komuta Konseyi’nin ‘istifa et’ isteğini es geçen Başbakan Süleyman Demirel bu kez kayıtsız kalamaz. Hükümeti toplar, üç buçuk saat süren toplantı neticesinde istifayı Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a sunar.
Başbakan Süleyman Demirel istifa mektubunda sadece; “muhtırayla anayasa ve hukuk devleti anlayışını bağdaştırmak mümkün değildir” diyebilmiştir…
TSK demokratik kurallar çerçevesinde, yeni bir hükümet kurulmasını ve başbakan olarak da emekli orgeneral Fikret Esen’i ister. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ise CHP’den istifa eden Prof. Nihat Erim’e hükümeti kurma yetkisini verir. N. Erim kurduğu hükümeti 25 Martta açıklar, C. Sunay 26 Martta onaylar...
İsim cisim cuntanın bakanlarına girmeye gerek yok. O milli ve yerli zannedilen, kırmızı kalemle üstlerini çizerek vatan evlatlarına kıyan ve anaları ağlatanlar besbelli. En baştan üzeri çizilmişlerin akşamlardan sabahlara kovalanmasına, kanları donduran kovuştırmalara seyirci kalmalar ve seyirci kalanlar da besbelli...
Kurulan cunta hükümetine bakan vermesine karşı çıkan CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit görevinden istifa eder. Genel Başkan İsmet İnönü istifayı kabul etmez. B. Ecevit ile beraber MYK da istifa edince işler değişir...
Bülent Ecevit Genel Sekreterlikten ayrılırken şöyle der; “ Darbe ortanın solundaki CHP’ye yapılmıştır. Demokrasi ile önlenemeyen, seçimle engellenemeyeceği görülen bir hareket, bir darbeyle önlenmiştir.”
Daha mart ayı bitmeden ileri de bütün sorumluluk onların üzerine yıkılacak THKO Lideri Deniz Gezmiş ve arkadaşı Yusuf Aslan Sivas’ın Gemerek ilçesinde, daha sonra da Hüseyin İnan Kayseri Pınarbaşı’nda Mehmet Nakipoğlu ile birlikte tutuklanırlar…
07 Nisan 1971’de güvenoyu alan cuntacı N. Erim Hükümeti İstanbul, Ankara, İzmir, Diyarbakır, Adana, Hatay, Eskişehir, Kocaeli, Siirt, Sakarya ve Zonguldak illerinde bir ay sıkıyönetim ilan ederek cuntanın arzuladığı icraatlara başlar;
Faşist ilanla İstanbul sıkıyönetim komutanlığı derhal DEV-GENÇ, Devrimci Doğu Kültür Ocakları, Türkiye Öğretmenler Sendikası, İşsizlik Pahalılıkla Mücadele Derneği, Mücadele Birliği ve Ülkü Ocaklarının faaliyetlerini durdurur. Cumhuriyet ve Akşam gazetelerini on günlüğüne, Bugün ve Sabah’ı süresiz kapatır...
Bunlarla da yetinilmez. Erim, “Size kesinlikle bildiriyorum ki devletin boynunu bunlara teslim etmeyeceğiz, alınacak tedbirler balyoz gibi kafalarına inecektir...” diyerek yeni sıkıyönetim kanunu tasarısını meclise sevk eder.
Cunta hükümetinin aldığı bu faşist tedbirler üzerine Dev-Genç ve Sosyal Demokrasi Derneği; “Başbakan Nihat Erim demokratik hak ve hürriyetleri yok etmek için, anayasayı kuşa çevirmek için çalışıyor…” açıklamasını yapar.
Cuntanın Başbakanı N. Erim yabancı gazetecilerle 1 Mayısta yaptığı basın toplantısında; “Bu günkü anayasa Türkiye için bir lükstür. Türkiye bu lüksü kaldıramaz. Anayasa da değişiklik yaparak temel hak ve hürriyetlerin, bu hak ve hürriyetleri ortadan kaldıracak şekilde su istimal edilmesini önleyici bir hüküm koyacağız…” der.
İki arada bir derede ülkede; TİP kapatılır. Milli Nizam kapatılır. Bingöl depreminde 1000 kişi ölür. Ve ülkede 547 aydınla başlayan ve gözaltına alınanların sayısı günden güne artarak yıpratıcı gözaltılar-tutuklamalar dönemi açılır.
İşte o yakın tarihe kara leke gibi düşen bu gözaltı-tutuklama döneminin mağdur isimlerinden birkaçı;
“TİP Genel Başkanı Behice Boran, TÖS Genel Başkanı Fakir Baykurt, ODTÜ Dekanı Prof Yaşar Gürbüz, Prof Bahri Saraç, Prof Sadun Aren, Prof Mümtaz Soysal, Kemal Türkler, Yaşar Kemal, İlhan Selçuk, Samim Kocagöz, İlhami Soysal, Çetin Altan, Uğur Mumcu, Muammer İrfan Derman, Prof Tarık Zafer Tunaya, Turhan Selçuk, Tilda Gökçeli, Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu, Osman Saffet Erolat, Harun Karadeniz, Mehdi Zana, Mihri Belli, Yusuf Küpeli, Doğu Perinçek, Cenan Bıçak, DrHikmet Kıvılcımlı, Uluç Gürkan, Doğan Avcıoğlu… “
Sürek avı aydın avı sürdürülürken bir yandan da THKO ve THKP-C üzerine operasyonlar yoğunlaştırılır, öncü lider gençler bir bir ölü veya yaralı tutuklanır...
İlk yaz başı ise Deniz Gezmiş ve 26 arkadaşı Ankara 1 Nolu Sıkıyönetim Mahkemesinde; “TC anayasasını tagyir, tebdil ve ilgaya cebren teşebbüs etmekten…” yargılanmaya başlanır. Duruşmada savcı Keramettin Çelebi ve Yzb. Baki Tuğ yurtsever gençlerin 18’i hakkında idam talep eder…
Faşist cuntanın, Tuğgeneral Ali Elverdi başkanlığındaki sıkıyönetim mahkemesi;
“ Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Atilla Keskin, Metin Yıldırımtürk, Ahmet Erdoğan, Recep Sakın, Mehmet Asal, Osman Arkuş, Ercan Öztürk, Semih Orcan, Hacı Tonak, Mustafa Yalçıner, Cengiz Baltacı, Metin Güngörmüş, Mete Ertekin, Mehmet Nakipoğlu, Mustafa Çubuk’a” idam verir.
Faşist Askeri Yargıtay Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf aslan hakkında verilen idam kararlarını onaylar, diğerlerini bozar…
Onların yanı sıra idam talebiyle yargılanan THKP-C lideri Mahir Çayan ile arkadaşları Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz, Ömer Ayna ve THKO İstanbul sorumlusu Cihan Alptekin Maltepe Cezaevi’nden tünel kazarak firar ederler...
Sonraki günlerde Ulaş Bardakçı İstanbul’da öldürülür, Ziya Yılmaz yaralı olarak tutuklanır.
Tokat Niksar’ın Kızıldere köyünde ise Onlar;
“Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ömer Ayna, Hüdai Arıkan, Sinan Özüdoğru, Ahmet Atasoy, Saffet Alp, Ertan Sarıhan, Nihat Yılmaz, Selahattin Kurt öldürülür, Ertuğrul Kürkçü sağ olarak tutuklanır…”
Üç Fidanın, Deniz’in, Yusuf’un ve Hüseyin’in 10 Mart 1972’ de 53 ret, 6 çekimser ve 238 kabul oyu ile Türkiye Büyük Millet Meclisinde, sonrasında Senatoda, 23 Martta ise Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafında onaylanan infazını, 25 Martta CHP’nin son çare olarak Anayasa Mahkemesine taşıması da engelleyemez…
Nihayet 6 Mayıs 1972’de saat 01.25 ila 05.20 arası geleceği-yarınları güneş gibi aydınlatacak isimler; Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan hakkında Faşist Askeri Yargıtay’ın onayladığı haksız ve yersiz karar uygulanır…
12 Mart faşist muhtırasından bir buçuk yıl sonra tarih yapraklarında yerini alan üç beyanat aslında 12 Mart darbesini özetlediği gibi, hiç akıllanılmadığını ve inceden 12 Eylül darbesine hazırlanılacağını da açıkça ortaya koyar…
Genel Başkan Süleyman Demirel 1972 yılı ortası Adalet Partisi Temsilciler Meclis Toplantısında; Türkiye’de bir sağ sol meselesi olmadığını, demokrasiye ve rejime karşı bir komünist saldırının mevcut olduğunu,1961 Anayasası’nda bu konuda bir boşluk olduğunu söyler ve hazırlanan bildiriye imzasını atar;
“Komünizme kesinlikle karşı çıkılması zaruretine inanıyoruz…”
Demokratik Parti Genel Başkanı Ferruh Bozbeyli;
“Günahkârlar ittifakı her badirede dört ayak üstüne düşmek ustalığını gösterebiliyor. Demokrasinin tekerleğine çomak sokanlar şimdi yol göstericilik rolünde…”
Ve Celal Bayar; “Yollar yürümekle aşınmaz diyen ölçüsüz insanların tutumu bu memleketi bu hale getirmiştir. Aslında Türkiye yükselmeye layık bir ülkedir…”
Hala kanayan yaraya son sözler; Kesilen biçilen roller hep ayni rol, başrol de ise geçmiştekilerin tipitipleri. İsimler değişik sadece, cisimler ayni. Tarihe ve memlekete ait isimler. Yerli ve milli aldatmacasıyla. Arada kaybolup gitmişler de var, takdire şayan olanlar da. Kökü çok derinde olan da var, en uzun soluklu yolculuklarda en iyi yüz metreyi koşup belleği cezbedenler de. İsimler var bir yaşamsal hesaplaşmanın tarafları olan. İsimler var eninde sonunda hesaplaşılacak olan...
Ve tarihler, tarihler var bir devrin muhasebesini yaparken isimlerle birlikte unutulmaması gereken; tıpkı12 Mart 1971 gibi…
Ve sloganlar var dünya yaşadıkça yaşayacak; "Deniz, Mahir, Ulaş, Kurtuluşa kadar savaş…"

11 Mart 2024 Pazartesi

KADIN…

 KADIN…

Mutlaka öncesi de vardır ama kadın, tam altı bin yıldan sonra anca bu yüzyıl başlarında ayaklanıyor. Eril güç egemenliğine karşı patlayan dişil isyanlar kadınlara bazı haklar kazandırıyor. Kadınların eşitlik mücadelesi siyasal ve sosyal açıdan demokratik değişimin de kıvılcımı oluyor. Yani demokrasiler kadınlar sayesinde gelişiyor. Hatta sosyal demokrasiler ve sosyalizm de…
Bugün kadınlı erkekli sekiz milyar insan, vahşi kapitalizmin çemberine takılı ve tıkılı, hayatta kalma kavgası veriyor. Son on yıllarda küreselleşme, karınca kaderince dünyanın yeni yüzü. Bu yüzsüz devinimle yıllar içinde güç bela elde edilen tüm insani haklar bir bir tırpanlanıyor. Yani çeşitli enstrümanlarla salt eşitsizlik üzerine kurulan ve olgunlaştırılan bir tüketim dünyası yaratılıyor. Süreç içinde kadın haklarını önceleyen sistemlerin yıkılmasıyla beraber, kadına dönük kıyım ve şiddeti açıkça reddetmeyen dinci-faşizan sistemler dayatılıyor. Haliyle kadını ezen ve sömüren erkeğin eli yasal açıdan rahatlıyor.
Dünya dengesini koruyan bloklar çatlayıp sistemleri yıkıldığından, demir perdeler devrildiğinden, kıtalar arasındaki geçirgenlik statükoyu güncelliyor. Devamla aşırı muhafazakârlaşmayı hayata monte eden, ilerlemeyi ve gelişimi durduran örgütlü dinamik, tüm gerici unsurları hareketlendirerek kadını öteliyor. İnsan ve kadın hakları dipten pike dinamitleniyor. Özellikle kadınlar metazori dayatılan bu yeni muhafazakâr modellerle sindiriliyor. Toplum içinde silikleştiriliyor…
Diğer yandan emperyalizmin kucağındaki postmodern dünya, ekonomi ile ahlaksal yapıyı içten içe çökertiyor. Egemen sermaye istediğine toptan erişmek için uygun gördüğü bu dinci-muhafazakâr sistemleri güçlendiriyor. Her türlü lafta bahar hamleleriyle, kaypak din havarileriyle canlandırılan sistem, ılımlı veya radikal tutucu modellerin tamamında kadını yok sayıyor. Ancak bu suni yaratıya en başta kadınlar entegre oluyor. Yani on yıllarca kilitlenen ve küllenen geleneksel değerler savı, kadınlar üzerinden ele alınıyor. Zamanla kadınlar hedef tahtası yapılıyor. Böylece bu kusurlu kurgu sistemler önce kendi kadınlarını sömürüyor. Sonra egemen güçler-büyük sermaye, erkek egemen işbirlikçileri aracılığıyla binlerce yıllık birikimleri, yer altı, yer üstü zenginlikleri iç ediyor.
Öyle veya böyle, yüceden de yüce gösterilen ne varsa aslında bir bir tırpanlanıyor. Özellikle kadınlar bu kıytırık inanç silsilesiyle resmi devlet politikasından uzak tutuluyor. Emeksel yönetsel rolleri gittikçe azaltılıyor. Böylece kadın altı bin yıldan sonra uzun mücadeleler sonucu elde ettiği temel haklarını azar azar yitirmeye başlıyor. Can pahasına elde edilen kazanımlar, dinsel kaynağı ortaçağ ve daha öncesine dayandırılan ortodoks anlayışla hiç hissettirilmeden ellerinden alınıyor. Her yeni fundamentalist akım önce kadınları ve kızları kuşatıyor. Baskın yönlendirici konumundaki dinbazlar, yeşile boyalı coğrafyalarda kadın özgürlüğünü kuşa çeviriyor. Ve göz göre göre özgürlükler elden uçup gidiyor. Deyim yerindeyse büyük sermaye eliyle palazlanan sistemler kadını, kadınlara bile hiç çaktırmadan metalaştırıyor. Mental sıfırlanma hiç önemsenmiyor.
Dinler ötesi miras yok sayılarak, evangelist yüklemelerle methi methiyesi bol özden kopuş, içe kapanış sağlanıyor. Bu edilgen kadın profili, dünyayı din ile algılayanlar, din ile yönetenler kuşağını acayip cezbediyor. Öyle ki gökte ararken yerde bulduğu inanç doğrultusunda, toplumsal gücü bile satın alabilecek varlığa erişim, yeni muhafazakâr kuşağı dünyayı kadına dar eden seviyeye indirgiyor. Sıkılmadan utanmadan kadına iyice kaybettiren, erkeğe alabildiğine kazandıran bir ütopyayı dinden imandan kılıyor. Hatta güzel ahlaktan saydırıyor. Yani kadın bu dini rejim aldatmacasıyla altı bin yıldan sonra elde ettiği yüz yıllık kazanımlarını hem de modern çağda yitiriyor. Yani kadın yeni dünya düzeninde, inanılmaz boyutta zarar gördüğü ve göreceği tüm dinlerin dayattığı yasakçı karanlık dönemlere geri döndürülüyor. Lafzi boş labirentlere hapsediliyor.
Şimdi din bazlı, eşitlik güdüsünün dışlanması, eşitsizlik içgüdüsünün içselleştirilmesi, düz mantıkla kadınlarca da makul karşılanıyorsa bunca değer erozyonuna uğranır elbette denielbilir. Hele akıllara şırıngalanan, zihne yerleştirilen türün ve soyun devamı safsatasına safça teslimiyeti, salt çoğalmak üzerine metalaşmayı dini versiyon farz edip karşı çıkmamak anlaşılır umde değil. Bu günkü küresel zeminde ne umdu ne buldu ile yetinme kargaşası, erkek egemen iradenin savaşı kazandığının tescili. Yani bu çağda kadınlar, top yekûn dayatılan kimlik zaafından kurtulmanın geçerli akçesi olarak erkeği aktifleştiriyorsa bu bilanço eşitlenmez. Kadın, binlerce yıllık kendi başına ayakta kalma mücadelesini erkeğe dayalı çıkarcı tek tipleşmeye bağlıyorsa hesap tutmaz. Ne yazık ki kadın ideali yakalama ve dünyasal estetik kaygı noktasında yeni muhafazakâr dünyanın muhafızlarına itaat ve hizmet için pasifleşir. Bu pasifizm, altı bin yıldan sonra aşırı muhafazakâr, erkek egemen faşizmin kadınlara zaferidir.
Bu victoria ne kadar sürecek, vektör nereye kadar çizilecek bilmek için tarihe bir kez daha bakmak lazım. Emekçi kadınlar, "8 Mart 1857'de Nivyork’ta şanlı bir direniş başlattı. Dokuma işçisi Kadınlar eşit işe eşit ücret istediler. Örgütlenip 16 saatlik çalışma süresinin 10 saate indirilmesi için direniş başlattılar. İşte o eşsiz direnişte, muhteşem kominal dayanışmada, bitmeyen kavgada 115 şehit verdiler. Yiğit Kadınlar haksızlığa, sömürüye ve ezilmişliğe karşı çıkışı 8 Mart 1908’de yeniden ateşlediler. Bu kez kurak toprağa 129 gelincik çiçeği tohumu serptiler...”
Kadın, yıllar yılı emperyalizme, kapitalizme, faşizme, savaşlara, cansiperane karşı koydu. Özgür bilinç oluşturucu ve dünya bütününü kapsayıcı aktif ilerlemeye öncü oldu. Bugün emek yoğun perspektifte pozisyon alan, keyfekeder havayla emeğe hıyanet etmeyen tüm kadınların, '8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü' kutlu olsun...

ŞEHRİ RAMADAN KAPİTALİST VİCDAN

 

ŞEHRİ RAMADAN KAPİTALİST VİCDAN

 

Aylar sultanı şehri Ramadan bu yıl yerel seçimlerle çakıştı. Gerçi her Ramadan başka bir hikâye. On yıllardır hilafsız din ve duygu sömürüsü, vicdanları zorlayan ılımlı karışım. Son yıllarda vicdanı ile cüzdanı arasında sıkışan, kafası karışan inançlı kesim, mübarek Ramadan diye asıl parsayı toplayanları unutmak veya Allaha havale etme hevesinden kurtulmak zorunda. Zaten insanlar her ramadan et, zerzevat ve bakliyat fiyat artışlarıyla uğraştırılıyor.  Muhteşem ‘Ramadan fırsatçılığı’ndan dem vurularak ‘siyaset fırsatçılığı’na kapı aralanıyor. Sanki sorumlu mevcut rejim ve tek parti iktidarı değilmiş gibi suçlu hep başkaları. Bu kez sorumlular vaktiyle kaybedilmiş belediyeler. Onlar kazanılacak tüm dertle bitecek. Sonrası aynı muamma Dindi, imandı, mübarekti, kutsaldı potasında alışıldık tüketim çılgınlığı. Çokuluslu markaların cirosuna tavan yaptıran çarpık ekonomi. Büyük sermayenin akıl çelen oyunlarına kaypak destek. Vahşi kapitalizm. Kapitalist vicdan…

 

Bu kötü gidişatı hayırlara yormak gerek ama bunun hayırla hasenatla alakası yok. Salt niyetli ve çok iyi niyetli olmak da yetmiyor. Öyle ki, ‘Mahşerde kör olanların gözleri…’ dünyada sırf dünyalığa açılmış. Dünyada kör olanların gözleri de mahşerde yanarmış, ahret hayalmiş kimsenin umuru değil. Sanki iki dünyalık umut tükenmiş. İnsan doğasında varolan dayanışma, paylaşma, yardımlaşma gibi kavramlar, sadaka toplumu olma seviyesine indirgenmiş. İnsan onurunu zedeler biçimde yiyecek poşetleri, zengin iftarlık kutuları ve çeşit çeşit sahur paketleriyle ölçümleniyor hizmet. Her ramadan zirve yaptırılıyor din bazlı ölçüsüzlüğe. Ayetleri, niyetleri, heyetleri hiçe sayanlara asılacak mahya, ‘ey şehri ramadan kapitalizmi’ hoş geldin…

 

Her Ramadan has kelamullah ‘…insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur’an’ın indirildiği aydır.’  Öyle anlı sanlı makamsal alanlar, köşk ve bilumum saray iftarlarıyla geçen şehri Ramadan ne yazık ki malum ramadan değil. Ramadan resmen incili, cincili, süslüman yaratının emrine girdi. Hatta kapitalizmin paslı ve köhne çarkına kurban edildi. Şimdi siyaset soslu, iftardan sahura kadar rol çalma savaşları bekliyor Ramadanı.  Vicdanı ile cüzdanı arasına sıkışmış Abdal garipler alimi de zalimi de halimi de bilir ama nafile. İlahi kamera zumlanırsa görülür, zamlardan zumlardan hali vakti kalmamış, acze düşmüş cenah ‘Ya Allah…’ der. Hat safhada şatafat, kuş sütü eksik mükellef masalarda iftara, müşterek sahurlara iştirak etmeye imrenir elbet. Ancak ‘Her ümmetin bir süresi vardır. Süreleri gelince onlar ne bir an geri kalırlar ne de öne geçerler. Tam vaktinde batıp giderler.’ Unutmamak lazım.

 

Her Ramadan niyetli, hem de çok iyi niyetli olmakla işler yolunda gitmedi, gitmiyor, gitmez. Bir terslik var sanki önemsenmeyen. Bu tersliği gün yüzüne çıkarmak ‘İnsanlığı karanlıktan aydınlığa çıkaran” Peygamber’in yolundan gitmek demektir. Tersine tavır firavunlaşarak darmaduman olmaktır. ‘Bir ülkeyi helak etmek istediğimizde o ülkenin varlıklı ve şımarmış kişilerini çoğaltırız. Bu suretle onlar kötülük işlerler. O ülkenin zenginlik sebebiyle şımarmış ele başılarına iyilikleri emrederiz. Buna rağmen onlar kötülük işlerler. Böylece o ülke helaka müstehak olur. Biz de orayı darmadağın ederiz.’ Aslında her ramadan etme bulma dünyası…

 

Elde kalan niyet, iyi niyet, minnet ve sünnet diyen ‘ey şehri ramadan kapitalistleri’, ey emperyalizmin yardakçıları, bu çalıp çırpmalar ve kendi nefsine çıkarsamalar aymazlığını göze almalar büyük dert. Bilesiniz ki onca, bunca, bolca israfın gözleri boyadığını sanmak büyük gaflet. Çikolatalı gofret dinbazları bilmez ama vaktiyle ‘Bir de akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver gereksiz yere de saçıp savurma /zira böylesine saçıp savuranlar şeytanların dostlarıdır. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür…’ denmiş.

 

Senede bir şehri Ramadan gelende aynı dini tafra, mezhepsel caka, emoji ayna üçgenine hapsoluş verilen sözleri bile unutturur. Anımsamak iyidir; ‘Fakat Allah’ a verdikleri sözü ve yeminleri az bir paraya satanlar var ya işte onların ahirette bir payı yoktur. Allah kıyamet günü onlarla konuşmayacak. Onlara bakmayacak. Ve onları yüceltmeyecektir. Onlar için acı bir azap vardır.’

Az biraz niyetliyim, ama iyi niyetliyim, hatta gereğinden fazla çok iyi niyetliyim demekle olmuyor. Büyük resme bakmak gerek, ‘Yetimin malına yaklaşmayın. Yalnız erginlik çağına erişinceye kadar onun malına en güzel biçimde yaklaşabilir onu uygun tarzda sarf edebilirsiniz. Ölçüyü ve tartıyı tam adaletle dengeli yapın. Biz kişiye gücünün yettiğinden fazlasını teklif etmeyiz. Söz söylediğiniz zamanda akrabalarınız da olsa adaletli ve Allah’a verdiğiniz sözü tutun. İşte Allah size iyice düşünesiniz diye bunları emretti.’ Bakılacak resim resmen bu…

 

Aksi halde kısmen ortak şerre, zımnen işi çığırından çıkaran zerrelere paydaş olunur. Ramadan bir yana resmiyet belli, ‘Nice ülkeler var ki zulmedip dururlarken onlara mühlet verdim. Sonra onları yakaladım. Dönüş banadır.’ Ramadan vesilesiyle realist bakış açısı ilham ve itham arasına sıkışır kalır. Oysa çıkış yolu aşikâr, ‘İnsanlardan öyleleri vardır ki dünya hakkında söyledikleri senin hoşuna gider. Hatta böylesi kalbinde olana samimi olduğuna Allah’ı şahit tutar. Halbuki o hasımların en yamanıdır.’ Yegâne amaç besbelli, fikrinden ve zekâsından şüphe duyulmayanlarla geleceğe bakmak…

 

Her şehri Ramadan kapitalist vicdan öyle böyle değil din destekli acayip böbürlenir. Niyetli, iyi niyetli, çok iyi niyetli, gereğinden fazla çok iyi niyetli halden bilirlik bir anda kibre bulanır. Kim bilir kim neye dolanırsa dolanır ama eninde sonunda yine tevazu kazanır. Asla böbürlenmeyenler, ‘Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen ağırlık ve azametinle ne yeri yarabilir ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin.’ ilkesiyle her daim haklı çıkar.

 

Aylar sultanı şehri Ramadan bu yıl yerel seçimlerle çakıştı. ‘Ey şehri Ramadan yetti kapitalist vicdan’ diyenlerle yaptıkları ve yapmadıklarıyla böbürlenenler yarışacak. Yani seçim ile geçim arasına sıkıştı zaman. Cereyan eden yerelden genele isyan. Bu Ramadan sanki bambaşka bir hikâye yazacak…

7 Mart 2024 Perşembe

KÖHNEBAHAR

 KÖHNEBAHAR

Köhne düzen şaklıyor dürüst hayatımıza
doğruluktan başka düstur kalmadı
ölsek de ölmesek de ölümsüzlük aşkın ikinci yüzü.
Biz denizde ak kara dalgalarla boğuşarak yüzeceğiz
o yüzden o güneş kıvılcımlı yüze savrulmuşuz
şiirlerdeki capon çocuklar sinmiş yüreğimize.
İçimizde dev ormanların ıtırlı kokusu
ağaçları kokusundan tanır beynimiz
beyimiz paşamız bir yana bağımsızlığa esiriz.
Gün olur yaprak yaprak titrer düşersek
biz şu yalan dünyada daima sevgi telindeyiz
içimize serpilmiş çocuk gölgelerini takip ederiz.
Elbet göreceğiz telin ucundaki ötekileri senleri benleri.
Her köhne limanda inen binen yolcularız
kaptan alçak mürettebat sahtekâr indirilenler kaçak
biz dahil sadece çarkçı başı seviyor denizi.
Köhne yalnızlık çekiç gibi düşer kafamıza
gün olacak zalimin orağı doğrudan elimizde
ve yeryüzünden zulmü biçecek içimizdeki çocuk.
Derdi giderecekse deli okyanuslar giderecek
biliriz her bir limanda yaman sevgili bekleyecek
Genco mavimsi bir düşle dağılacağız sapsarı kumsallara.
Bir daha ki karşılaşma içten bir karşılanmayla gelecek
kısa bir mola yeter sonra en uzun yolculuğa dayanılır
gerçek bu işte limana uğrayacak başka gemiler beklenir.
Derdo belki içimizden birileri başka bir adaya adanır
destur göçmekten başka düstur kalmadı zahar
köhne düşüncelerin ardı arkası köhnebahar…

EYLÜLDE AŞK, ADALET BARIŞ VE ÖLÜM…

  EYLÜLDE AŞK, ADALET BARIŞ VE ÖLÜM…   Eylül ile özdeştir aşk. En eski alınyazıdır alnı kırıştıran, yürekleri kıpraştıran. Altın sarıs...