12 MART, BİR MUHTIRADAN ÖTESİ…
Ziftin peki kara tarih, 12 Mart 1971. Tarihe yazılan asla unutulmaz roller ve isimler. Bir yanda geleceği aydınlatan isimler. Diğer yanda hiç anılmayan, hiç de anımsanmayan bazı isimler. İşte onlar bir muhtıradan ötesini yarattılar...
Bir muhtıradan öte 12 Mart, ilerici, devrimci, yurtsever ve aydınların üzerine karabasan gibi çöken, faşist bir darbedir aslında. Ve o adi faşist darbeciler dönem siyasilerini, meclisi ve senatoyu çok iyi
kullandılar. Tüm faturayı da 25 yaşlarını süren üç öğrenci lideri gence çıkarıp, açık hesabı kapatmaya dek hiç durmadılar. Gel gör ki o açık hesap hiç kapanmadı.
Faşist 12 Mart’ı acımasızca peydahlayanlar ilahi adalet gereği, ölümü en acısından tadarak, yutamadıkları lokmalar boğazlarına takılarak cehenneme göçtüler...
Jenerikte çok isim aktı ama Onlar, özellikle de o üç isim hiç unutulmadı ve unutulmayacak. Denizler, ebediyete dek anılarda yaşayacaklar...
Onlar, kazara solan kasten soldurulan o nadide çiçekler her fidanlıkta gömülü-gizli ve yasaklığı uydurma hakiki kitap sayfaları arasında ilelebet yaşayacaklar…
Nice destansı ve dokunaklı 12 Mart yazısı kaleme alınmıştır mutlaka. Çünkü isimler hafızalardan silindikçe hafiften çıplak kalır yazı. Herşey tüm çıplaklığıyla anımsandıkça gün görmeyişin yazılara ektiği tohum yeşerir ve nesilden nesile uzanan bir başyapıta dönüşür. Acılar bir kalemde tazelenir. Yazgı buymuş denilmeyip yine yazılır...
Gaye bu keskin acıyı isimleştirmek, cisimleştirmektir sadece. Listeler dolusu isme, isimsize lanet etmek ve saygıyı hak edenlere istimli-isimli bir esas duruş göstermektir mesele...
Kutlu kutsallara kanlı vahşetin kirinin bulaştığı gün, 12 Mart 1971 saat 13.30. Timsali emsali çürük tecelli, Cuntanın başı Memduh Tağmaç ve Kuvvet Komutanları Faruk Gürler, Celal Eyiceoğlu, Muhsin Batur imzalı “12 Mart Muhtırası” nın radyoda okunmasıyla başlar faşizm faslı. Ve insanların canına okuyan, dünyanın dört bir yanında tezgahlanmış darbelere özgü saçma sapan dönem vaatleri dökülür satırlardan.
Resimsiz ve yorumsuz, resmi kayıtlardan;
“ Parlamento ve hükümet süregelen tutum, görüş ve icraatıyla yurdumuzu, anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk’ün bize hedef verdiği uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve anayasanın öngördüğü reformları tahakkuk ettirmemiş olup TC’nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür.
Türk milletinin sinesinden çıkan TSK’nin bu vahim ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliği giderecek çarelerin, partiler üstü bir anlayışla meclislerimizce değerlendirilerek, mevcut anarşik durumu giderecek ve anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılap kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir.
Bu husus süratle tahakkuk ettirilmediği takdirde TSK, kanunların kendisine vermiş olduğu TC’yi korumak ve kollamak görevini yerine getirerek, idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlıdır. Bilgilerinize.”
Yıkımı başlatan o günlere gerisingeri bakarkör gibi olsa da bakılmadıkça, bu tuhaf muhtırasal hengâme herkese çok bildik, tanıdık gelebilir. Ancak sus pus içinde yol aramayı bilmek ve gözyaşıyla barışık olmak kaydıyla bakıldıkça işin rengi kararır. Çünkü kavramsal ve kuramsal ayrıntıların cam kavanozda birlendiği gizli celselere dek uzar karanlık. Ayrıca gereksiz ve insafsız soruşturmaların, infazların, saldırmaların sıkıştırıldığı, dirlik üstüne bol yalanlı seçkinlik dayatıldığı uzun yılların başıdır 12 Mart 1971…
Karartma geceden başlar. Her yere Cumhurbaşkanı, Meclis ve Senato başkanlıklarına da gönderilen muhtırayla 10 Martta Yüksek Komuta Konseyi’nin ‘istifa et’ isteğini es geçen Başbakan Süleyman Demirel bu kez kayıtsız kalamaz. Hükümeti toplar, üç buçuk saat süren toplantı neticesinde istifayı Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a sunar.
Başbakan Süleyman Demirel istifa mektubunda sadece; “muhtırayla anayasa ve hukuk devleti anlayışını bağdaştırmak mümkün değildir” diyebilmiştir…
TSK demokratik kurallar çerçevesinde, yeni bir hükümet kurulmasını ve başbakan olarak da emekli orgeneral Fikret Esen’i ister. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ise CHP’den istifa eden Prof. Nihat Erim’e hükümeti kurma yetkisini verir. N. Erim kurduğu hükümeti 25 Martta açıklar, C. Sunay 26 Martta onaylar...
İsim cisim cuntanın bakanlarına girmeye gerek yok. O milli ve yerli zannedilen, kırmızı kalemle üstlerini çizerek vatan evlatlarına kıyan ve anaları ağlatanlar besbelli. En baştan üzeri çizilmişlerin akşamlardan sabahlara kovalanmasına, kanları donduran kovuştırmalara seyirci kalmalar ve seyirci kalanlar da besbelli...
Kurulan cunta hükümetine bakan vermesine karşı çıkan CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit görevinden istifa eder. Genel Başkan İsmet İnönü istifayı kabul etmez. B. Ecevit ile beraber MYK da istifa edince işler değişir...
Bülent Ecevit Genel Sekreterlikten ayrılırken şöyle der; “ Darbe ortanın solundaki CHP’ye yapılmıştır. Demokrasi ile önlenemeyen, seçimle engellenemeyeceği görülen bir hareket, bir darbeyle önlenmiştir.”
Daha mart ayı bitmeden ileri de bütün sorumluluk onların üzerine yıkılacak THKO Lideri Deniz Gezmiş ve arkadaşı Yusuf Aslan Sivas’ın Gemerek ilçesinde, daha sonra da Hüseyin İnan Kayseri Pınarbaşı’nda Mehmet Nakipoğlu ile birlikte tutuklanırlar…
07 Nisan 1971’de güvenoyu alan cuntacı N. Erim Hükümeti İstanbul, Ankara, İzmir, Diyarbakır, Adana, Hatay, Eskişehir, Kocaeli, Siirt, Sakarya ve Zonguldak illerinde bir ay sıkıyönetim ilan ederek cuntanın arzuladığı icraatlara başlar;
Faşist ilanla İstanbul sıkıyönetim komutanlığı derhal DEV-GENÇ, Devrimci Doğu Kültür Ocakları, Türkiye Öğretmenler Sendikası, İşsizlik Pahalılıkla Mücadele Derneği, Mücadele Birliği ve Ülkü Ocaklarının faaliyetlerini durdurur. Cumhuriyet ve Akşam gazetelerini on günlüğüne, Bugün ve Sabah’ı süresiz kapatır...
Bunlarla da yetinilmez. Erim, “Size kesinlikle bildiriyorum ki devletin boynunu bunlara teslim etmeyeceğiz, alınacak tedbirler balyoz gibi kafalarına inecektir...” diyerek yeni sıkıyönetim kanunu tasarısını meclise sevk eder.
Cunta hükümetinin aldığı bu faşist tedbirler üzerine Dev-Genç ve Sosyal Demokrasi Derneği; “Başbakan Nihat Erim demokratik hak ve hürriyetleri yok etmek için, anayasayı kuşa çevirmek için çalışıyor…” açıklamasını yapar.
Cuntanın Başbakanı N. Erim yabancı gazetecilerle 1 Mayısta yaptığı basın toplantısında; “Bu günkü anayasa Türkiye için bir lükstür. Türkiye bu lüksü kaldıramaz. Anayasa da değişiklik yaparak temel hak ve hürriyetlerin, bu hak ve hürriyetleri ortadan kaldıracak şekilde su istimal edilmesini önleyici bir hüküm koyacağız…” der.
İki arada bir derede ülkede; TİP kapatılır. Milli Nizam kapatılır. Bingöl depreminde 1000 kişi ölür. Ve ülkede 547 aydınla başlayan ve gözaltına alınanların sayısı günden güne artarak yıpratıcı gözaltılar-tutuklamalar dönemi açılır.
İşte o yakın tarihe kara leke gibi düşen bu gözaltı-tutuklama döneminin mağdur isimlerinden birkaçı;
“TİP Genel Başkanı Behice Boran, TÖS Genel Başkanı Fakir Baykurt, ODTÜ Dekanı Prof Yaşar Gürbüz, Prof Bahri Saraç, Prof Sadun Aren, Prof Mümtaz Soysal, Kemal Türkler, Yaşar Kemal, İlhan Selçuk, Samim Kocagöz, İlhami Soysal, Çetin Altan, Uğur Mumcu, Muammer İrfan Derman, Prof Tarık Zafer Tunaya, Turhan Selçuk, Tilda Gökçeli, Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu, Osman Saffet Erolat, Harun Karadeniz, Mehdi Zana, Mihri Belli, Yusuf Küpeli, Doğu Perinçek, Cenan Bıçak, DrHikmet Kıvılcımlı, Uluç Gürkan, Doğan Avcıoğlu… “
Sürek avı aydın avı sürdürülürken bir yandan da THKO ve THKP-C üzerine operasyonlar yoğunlaştırılır, öncü lider gençler bir bir ölü veya yaralı tutuklanır...
İlk yaz başı ise Deniz Gezmiş ve 26 arkadaşı Ankara 1 Nolu Sıkıyönetim Mahkemesinde; “TC anayasasını tagyir, tebdil ve ilgaya cebren teşebbüs etmekten…” yargılanmaya başlanır. Duruşmada savcı Keramettin Çelebi ve Yzb. Baki Tuğ yurtsever gençlerin 18’i hakkında idam talep eder…
Faşist cuntanın, Tuğgeneral Ali Elverdi başkanlığındaki sıkıyönetim mahkemesi;
“ Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Atilla Keskin, Metin Yıldırımtürk, Ahmet Erdoğan, Recep Sakın, Mehmet Asal, Osman Arkuş, Ercan Öztürk, Semih Orcan, Hacı Tonak, Mustafa Yalçıner, Cengiz Baltacı, Metin Güngörmüş, Mete Ertekin, Mehmet Nakipoğlu, Mustafa Çubuk’a” idam verir.
Faşist Askeri Yargıtay Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf aslan hakkında verilen idam kararlarını onaylar, diğerlerini bozar…
Onların yanı sıra idam talebiyle yargılanan THKP-C lideri Mahir Çayan ile arkadaşları Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz, Ömer Ayna ve THKO İstanbul sorumlusu Cihan Alptekin Maltepe Cezaevi’nden tünel kazarak firar ederler...
Sonraki günlerde Ulaş Bardakçı İstanbul’da öldürülür, Ziya Yılmaz yaralı olarak tutuklanır.
Tokat Niksar’ın Kızıldere köyünde ise Onlar;
“Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ömer Ayna, Hüdai Arıkan, Sinan Özüdoğru, Ahmet Atasoy, Saffet Alp, Ertan Sarıhan, Nihat Yılmaz, Selahattin Kurt öldürülür, Ertuğrul Kürkçü sağ olarak tutuklanır…”
Üç Fidanın, Deniz’in, Yusuf’un ve Hüseyin’in 10 Mart 1972’ de 53 ret, 6 çekimser ve 238 kabul oyu ile Türkiye Büyük Millet Meclisinde, sonrasında Senatoda, 23 Martta ise Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafında onaylanan infazını, 25 Martta CHP’nin son çare olarak Anayasa Mahkemesine taşıması da engelleyemez…
Nihayet 6 Mayıs 1972’de saat 01.25 ila 05.20 arası geleceği-yarınları güneş gibi aydınlatacak isimler; Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan hakkında Faşist Askeri Yargıtay’ın onayladığı haksız ve yersiz karar uygulanır…
12 Mart faşist muhtırasından bir buçuk yıl sonra tarih yapraklarında yerini alan üç beyanat aslında 12 Mart darbesini özetlediği gibi, hiç akıllanılmadığını ve inceden 12 Eylül darbesine hazırlanılacağını da açıkça ortaya koyar…
Genel Başkan Süleyman Demirel 1972 yılı ortası Adalet Partisi Temsilciler Meclis Toplantısında; Türkiye’de bir sağ sol meselesi olmadığını, demokrasiye ve rejime karşı bir komünist saldırının mevcut olduğunu,1961 Anayasası’nda bu konuda bir boşluk olduğunu söyler ve hazırlanan bildiriye imzasını atar;
“Komünizme kesinlikle karşı çıkılması zaruretine inanıyoruz…”
Demokratik Parti Genel Başkanı Ferruh Bozbeyli;
“Günahkârlar ittifakı her badirede dört ayak üstüne düşmek ustalığını gösterebiliyor. Demokrasinin tekerleğine çomak sokanlar şimdi yol göstericilik rolünde…”
Ve Celal Bayar; “Yollar yürümekle aşınmaz diyen ölçüsüz insanların tutumu bu memleketi bu hale getirmiştir. Aslında Türkiye yükselmeye layık bir ülkedir…”
Hala kanayan yaraya son sözler; Kesilen biçilen roller hep ayni rol, başrol de ise geçmiştekilerin tipitipleri. İsimler değişik sadece, cisimler ayni. Tarihe ve memlekete ait isimler. Yerli ve milli aldatmacasıyla. Arada kaybolup gitmişler de var, takdire şayan olanlar da. Kökü çok derinde olan da var, en uzun soluklu yolculuklarda en iyi yüz metreyi koşup belleği cezbedenler de. İsimler var bir yaşamsal hesaplaşmanın tarafları olan. İsimler var eninde sonunda hesaplaşılacak olan...
Ve tarihler, tarihler var bir devrin muhasebesini yaparken isimlerle birlikte unutulmaması gereken; tıpkı12 Mart 1971 gibi…
Ve sloganlar var dünya yaşadıkça yaşayacak; "Deniz, Mahir, Ulaş, Kurtuluşa kadar savaş…"