TAM SAHA PRESS, YIKILMAZ BLOKSS...

31 Mayıs 2024 Cuma

MAYIS UĞURLAMASI

 MAYIS UĞURLAMASI

Her yıl mayısı, kara mayısı, karanlık mayısı, eli kanlı Mayıs’ı uğurlarken Denizler önde, akıllarda ‘baba’ isimler ebediyen kalıcılığını perçinler. Asla unutulmaması gereken cevahir isimler; Öncelikle Deniz Gezmiş ve can yoldaşlarının idamına karşı eylemler koyan devrimci arkadaşları ve Mecliste Red oyu veren vekiller. Denizlerin idamına direnenler ve red verenler. Yurtta cihanda, içeride dışarıda idamları durdurabilmek için üstün çaba sarf edenler. Üçü idam edilmesin diye bile bile ölüme gidenler. Onlar…
Hatıraları, hatırda kalanlar. Unutulmazlar…
Diğerleri hiç hatırlanmasa da olur. İlerisi gerisi toptan piyon. Naylon katiller çetesi. Bunlar kalemi kıran ve idamları onaylayanlar, idama şakşak tutan başı çekenler…
“Deniz Gezmiş ve arkadaşları yakalandıktan hemen sonra kurgu bir yargılamayla, baştan belli karara dönük mizansenle, Sıkıyönetim Yasasının 146’ya 1 fıkrasına göre 'anayasal düzeni yıkmak için silahlı mücadele vermek ve anayasayı ihlal' suçundan 16 Ekim 1971'de idam cezasına çarptırıldılar…”
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan için idam kararını veren ve kalemi kıran Ali Elverdi. Yıllar sonra nefes borusuna kemik kaçtı, boğularak öldü. Sünepe topu süründüler…
Karar Meclis'e geldiğinde, Büyük Millet Meclisi üyesi cüceler ve kıtipiyoz senatörler idam sürecini hızlandırdılar. Denizlerin dosyası 30. sıradan birinci sıraya çekildi. Cuntanın etkisinde ve güdümünde istatistik oldular. Kırk sekizler hariç rakkam oldu rakkaseler. Topu sıfır. ‘Meclis tam sayısı: 450, Oy verenler: 323, Oylamaya katılmayanlar: 118, Boş üyelikler: 9. İdamları Kabul edenler: 273, Reddedenler: 48, Çekinserler: 2’.
Kabul oyu verenlerden 218'i AP'li, 28'i CHP'liydi. Hayır, oyu veren 48 vekilden 47'si CHP'li, 1'i TİP'liydi…
CHP lideri İsmet İnönü ve Genel Sekreter Bülent Ecevit, 48’lerin içinde hayır oyu kullandılar. O tarihte Başbakan, cunta kuklası Nihat Erim'di. İdamları onaylayan Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’dı. Gerisi teferruat...
Oylamada Süleyman Demirel ve AP’liler idamlara objektiflere sırıtarak kabul oyu verdiler. CHP'liler firelere rağmen, içleri kan ağlayarak genelde karşı oy kullandı...
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan hakkında verilen idam cezaları 24 Nisan 1972'de TBMM'de yapılan bu oylama ile kesinleşti…
Meclis kararı, askeri yargıtay tarafından da onandı…
Üç fidan 6 Mayıs 1972'de karanlık bir gecede idam edildi. Dara çekilmeleri apaçık bir hukuk cinayetiydi. Deniz ve arkadaşlarına resmen kıydılar…
'Üç can yoldaşı, ebedi arkadaş emperyalizmin Türkiye'deki işbirlikçileri tarafından ölüme gönderildi. Cunta faşizminin Meclis'teki uzantılarının oylarıyla idam tescillendi. İdam edilecek boyutta ciddi suçları yoktu. Sadece tam bağımsızlık diyorlardı. Atatürk için yürüyorlardı. Her şeyin çok güzel olduğu bir ülke istiyorlardı…”
Öldürmediler. Öldürüldüler…
Aslında Üçlerin idamı kim ne derse desin kurucu rota tam bağımsızlık şiarına ve Kurtuluş Savaşı’na karşı işlenmiş bir suçtur. Katilleri belli bir siyasi cinayettir. Bu cinayeti işleyenlere, katillere yok sözümüz. Dragos Deniz Kulübü ve kemik hatırlatması topuna yeter…
Sözümüz ve saygımız, idamlara 12 Mart faşizmine, katil cuntaya rağmen öncelikle mecliste red oyu kullananlar ile kamuoyunda idama karşı çıkanlara.
Deniz Gezmiş ve can yoldaşlarının idamına, kuşatılmış Mecliste red oyu veren o yiğit insanlara saygıyla…
“Kemal Kırıkoğlu, Yusuf Ziya Yılmaz, Kemal Ataman, İbrahim Cüceloğlu, A. Sakıp Hiçerimez, Osman Soğukpınar, Yusuf Ziya Yağcı, Abdullah Naci Budak, Kenan Mümtaz Akışık, Kemal Demir, Nadi Yavuzkan, Nail Atlı, Nuri Çelik Yazıcıoğlu, Cevat Sayın, Mehmet Aytuğ, Hasan Çetinkaya, Selçuk Erverdi, Celal Kargılı, Mehmet Ali Aybar, Hüseyin Dolun, Necdet Uğur, Reşit Ülker, Lebit Yurdoğlu, Şeref Bakşık, M. Hulusi Çakır, Kemal Güven, Tufan Doğan Avşargil, Mehmet Yüceler, Beyti Arda, Mustafa Üstündağ, Hakkı Gökçe, İsmet İnönü, Muammer Ertem, Mustafa Ok, Mehmet Özdal, Ali Döğerli, Nermin Neftçi, Mevlüt Ocakçıoğlu, Ferda Güley, B. Turgut Boztepe, Hayrettin Uysal, Yaşar Akal, Adil Yaşa, Yılmaz Alpaslan, Hüseyin Yenipınar, Adil Turan, Kemal Okyay, Bülent Ecevit.”
Beynelmilel Babam, eli kanlı Mayıs’ı kör karanlığa uğurlarken, Denizler önde hepsine selam olsun. Anılarda yaşayacaklar…

27 Mayıs 2024 Pazartesi

SÜTLÜ KAHVE

 

SÜTLÜ KAHVE


Peynelmilel Pederpan, peykesi pederane parapaj, peyda çiya çiya çığlık. İbrişim kuşaklı birinci uşak Pederpan. Heder edilen hayatlara ‘enel hak minel aşk’ peyderpey öyküler yükleyen Çolpan. Anlatayım da duyun işin aslını astarını, bir bileni kim kaldı ki benden başka diyerek en eski dostlardan ‘bal kuşunun intikamını’ ballandıran. Pederpan’a göre akıl akar, gözler kayar, yürek sızlar, çifte sırım öykülerin gölgesinde bir fincan sütlü kahve iyi gider. Şekersiz veya bol tatlı, asla orta kararı yok, tam uçlarda. Lafın ucuna ekler, iyi bilirim Asmalımescit’te sütlü kahve içince kalp krizi geçiren adamı der. Ayası yaban, yaftası hareli, ‘Pembe İncili Kaftan’ı güveli figüran. Elbette öze göze, saza söze ve sicim gibi yazıya güvenmek lazım. Mevzuu ‘diyet’ ve masumiyet. Hususi malumat, Sıraselviler’li sırça köşk madamdan. Peynelmilel rivayet, vaktiyle bir deniz yolculuğu tanışıklığı. Yol Denizin Kara’sından Marmara’ya. Taflan marmelatı, fındık ezmesi taşıyan vapurla. Yolculuk mutedil dalgalı denizde iki günlük. Hava muhalefeti varsa taşı toprağı altın şehre dört gün…

 

Pederpan deyişiyle para pangnot yerine ful pul, damga pulu, posta pulu artı devlet bonosu geçen yıllar. Kapak atılan liman, halat merdivenlerle inilen Tophane. Merdivenlerinde yatılan Haydarpaşa Garı. Kaçak saçak uyunan Topkapı mezarlığı. Sonrası eksik aksak, akilane tek göz hane. Ergenlere ‘Asitane’de erime dönemi. Zamanın asilere, asillere girizgâhı aşırı izaha gebe. Çat patlasın çal oynasın, çat kapı gelenlere yazı kışı tek iş, ‘Kırkayak Lastik’ fabrikası. Mevcuda saat ücretli, fazladan mesai düzenekli. Keskin havadan kapılan, çetin hayat mikrobu. Tedavi-siz zannedilen dünya gailesi. Kuzeyden kalma deniz alışkanlığı baki. Bitmeyen muhabbet, usanç abidesi kara humuslu toprakla haşır neşirlik. Keyfin daniskası dostun dosta kurnazlığı, düşmana kusursuzluk. Bilahare öğrenilen tavuklu şehriye çorbası. Bu afakan, düşman başına atakan günlerde, iki elim yakanda huzursuzluğu. Çapı adam boyu, dökme taş borular denize her gün likit atık salıyor. Atık katık uğursuzluğu kan, kara lastik kokuyor. Namı değmez sıralı saralı askeri müdahaleler, hanelere zehir zıkkım yalnızlık aşılıyor. Arafta çalınıyor taş plaklar. Herkes mucize bekliyor.

 

 Ballı mucize Rumeli Hisarı ötesinde, Bebek Belediye Gazinosu sah-nesinde. Şakıyan yarı çıplak dilberler, oynak kıvrak çengiler, masalarda kellifelli efendiler. Sahil boyu sıralanmış tektekçilerde küçük kara balıklar. Perperişan kılıklar, kılçıksız görüyorlar şişenin dibini. Şekilden şekil şakülsüz, ipsiz kuşaksız yangebez yaratıklar erketede. Çamlıbel’ler tutulmuş, herkes ‘Han Duvarları’ yağızı. Mucizevi rastlaşmalar cana can katar…

 

Gizem dünyası işte, belki hiçbiri yaşamadı. Ama öykü gerçek. Öyküye sızmış düşgün hallerin encamı orijinal. Orijiniyle oynanmış ama yaşanmış, yaşatılmış, yaşayan bir öykü, başı sonu yok. Girizgaha notu düşülmeyen başkaları da var sırasını bekleyen. Hur hurafe inananlar otağında, pişmiş aşa su katmak değil iş, başka zaviyeden bakmak haya-ta. Bahse değer bulunanlar birbirine benzer. Mutlaka birileri bu hususi niyeti kaşır ve okkanın altına girenler iki arada bir derede bu hassas yazı-ta karışır. Hokkanın kapağı açılır ve Pederpan öyküyü biçimli hale sokar. Peynelmilellik bu kadar. Anlatıcısı ve dinleyeni bol muammalar…

 

Sütlü kahve aralara serpiştirilince, arayan herkes bir eksik bir fazla kendini öyküde bulur. Bir kahvenin kırk yıl hatırı var. Yaşanan veya transit geçilen kirlenmişlik, halt etmişlik ve halt yemişlik başka öykülerin kanırtmaç hesabı. Üzgü üzengisinde hayatın cilvesi. Allah'ın mahluğu diye biten ne facialar var. Bulaşıklara bulaşmaya gör, önü sonu belli, ele mutlaka kan değer. Kapanırsın el heykelli adaya, ere yiğitlik katan özel kokuyu arar, aşk kokusunu ustaca ayıklarsın. Uçup havaya karışma-dan, bahar tazeliğindeki yazı kışa çevirmeden kesin hesaplaşmanın tadı damakta kalır. Ağız tadını bozanlar, ipe un serenler, serden geçenler mimlenir. Çıplak akıl asla yalana eğilmez, konu nereye varacak bilir. Bilgelik nice cahal cadolozları ve mostralık molozları çetin günlerin beklediğini göstermektir. Kök hücrelere dek hırpalanışın hırsıyla tek el atış, iş tamam. Avantacılar temel varlıkları vantuzladığından beri ‘ben derdimi kimselere söyleyemedim.’ Hatta ‘Dedem Korkut Hikâyeleri’ bile korkutur, geceleri kendi başına ağırlayan öykücüyü…

 

El heykelli’de ‘öykülerin gölgesinde sütlü kahve’ içince kalp krizi geçirmeyen adamı ve güveli ‘Pembe İncili Kaftan’ı giyen madamı aynı masada görünce Peynelmilel Pederpan öykülere son noktayı koydu…

20 Mayıs 2024 Pazartesi

FUTBOLDA TEK TABANCA REJİMİ BİTMELİ

 

FUTBOLDA TEK TABANCA REJİMİ BİTMELİ

 

Bu gidişle zor ama körekör amigoluk artık bırakılmalı. Futbol için korkmadan ‘her şey çok güzel olacak’ denilmeli. Demokrasinin mihenk taşı seçimler, nasıl yerel kurtuluşu tescillediyse, faşizmin gölgesinde futbol veya futbolda tek tabanca rejimi de mutlaka sonlandırılmalı. Toplumu orta çağ karanlığına çekecek bu futbol projesinden vazgeçilmeli. Zaten teoride tuttu, pratikte tutmadı. Koca ülkede birkaç takım ve taraftar kitlesi dışında gidişattan memnun ve mutlu olan yok. Hatta Fenerbahche sondan bir evvel, yılların kumpasına, kurgu sisteme, tek tabanca modeline hem de sahada on kişiyle ama saha dışında on milyonlarla direnerek dünya liderliğini cümle aleme gösterdi. Dosta düşmana gerçek şampiyonun kim olduğunu bu hafta ilan etti. Sonrası malum saltanat…

 

Şimdi hafta sonu tek tabanca rejiminin kuklası, kaypak federasyonun şampiyonu belli olacak. Sonra bu sezon kupanın kulpuna yapışan, son haftaya taşınan atbaşı yarışın tarafları, başkanlarını seçecek. Şimdi bu iki güzide kulüp gerekeni yapmalı. Memleket futbolunun gelecek sezonda, tek tabanca rejimi etkisinde kalmaması için tavır alan adaylar seçilmeli. Eğer fanatik taraftarlık ağır basar, mevcut suni kurguya direniş gösterecek, futbolda da güzel şeyler yaşanabileceğini kanıtlayacak adaylaşmaların önü açılmazsa, seneye futbolun vay haline. Seçimler kayıkçı kavgasına dönüştürülerek, gündeme sokulan genel iktidar destekli yaklaşımlara yol verilirse alenen yolun sonu olur. Futbolun ruhuna el fatiha. Bu kafayla zorun zoru ama olası Avrupa şampiyonası başarısı da mevcut zevatı kurtarmaz.  Yani onlar da ilk seçimde gümler. Ayrıca tek tabanca rejimine bel bağlayanlar unutmamalı artık ezici üstünlükle kazanan yerel iktidarlar ve parlementoları var. Yani tek kutuplu düzenek sarsıldı. Futbolda mevcut düzenin yıkılacağı günler de yakın gibi. Hele bu sezon bitsin bakalım derdinde camialar. Sonu baştan belli Avrupa macerası da geçsin iş tamamına vardırılır düşüncesinde…

 

Bir nebze de olsa altüst edilen dengeler, yıkılan moraller aylardır her hafta yakılan Fener sayesinde düzeldi. Sahada, saha dışında ve tribünde, futbol ve memleket geleneğine ve değerlerine bağlılığını zedelemeden haksızlığa karşı koydu Fenerbahche. Elbette bu değerler silsilesine sahip çıkış, direnç güncellemesi ve muhalif tavırlılık birilerinin işine gelmedi. Düğmeye basan tek tabanca rejimi ve futbol uzantıları korakor mücadeleyi önleyici pozisyona evrildi.  Pentagonvari planların gerçekleşmesine dönük dalavereler ayyuka çıktı. Açığa düşmesine karşın tezgâha devam edildi. Hatta dünyanın en büyük takımı, sırf biat etmeyişin ceremesini çekti. Kaç şampiyonluktan edildiğini anlayabilmek için sayı saymayı bilmek lazım. Zaten ilerde tarih topunu yazacak. Nasıl lafta tarih yazanları kulüp tarihinden, milli ve yerli futbol tarihinden toptan sildiler, çok yakında kendileri de silinecekler. Yani bu dönemin tarihi illa ki yeniden yazılacak…

 

Futbolu faşizanca kamplara bölerek, takımları ve taraftarları düşmanlaştırarak iş görmeyi öncelemek boşa hayal. Tutmaz bu senaryo. Tüm takımların idari yapısı ve siyasal ağırlığı irdelendiğinde bir adım yol alınamayacağı görülür. Öncelikle her klasmandaki ekipler, kendi başkan ve yöneticilerini seçerken güçlü irade koyacakları seçmeli. Anca böylelikle malum iradenin racon kesmesine karşı çıkılabilir. Bunu yapabilecek takım sayısı sayılı. Elbette Fenerbahche bunlardan biri ve foyası meydana çıkanlardan en büyük darbeyi de o aldı. Alsın da futbolun fıtratında bunlar var denilemez artık. Çünkü kasıtlı hatalar ayan beyan ortada, kamera ve ses kayıtlarıyla malumun ilanı her şey. Ancak bir kez daha futbol tanrısı, siyasal iktidar ve muktedirin, tek tabanca rejimi murakıplarının yoluna taş koydu. Yıllardır öyle veya böyle geçit verilmeyen Fenerbahche adına, sondan bir evvel ki kurgu maça asasını dokundurdu. Zevatın zerzevatın erken şampiyonluk hevesini çimlere gömdü. Şimdi izin verildiği oranda, kozlar haftaya paylaşılacak. Varyasyonlar hazırdır mutlaka veya hazırlarlar alelacele ama birbirlerine düştüler. Göreceğiz kimin eli daha güçlü. Ecel kapıda, düşmek de var kalmak da…

 

On yıllardır bir devrin deviricileri, top yuvarlaktır ve maç sahada kazanılır realitesini kendi söyledi kendi unuttu, unutturdu.  Bileğinin hakkıyla hakkedenlerin hak edişi, hakemler ve ceza yağdıran diçiplin eliyle resmen tırpanlandı. Sonuç itibariyle maratonu göğüslemek bazı takımlara acayip zorlaştırıldı. Fenerbahche karşıtları, maçlarda canını dişine takan düşkünler ve payanda paydaşları el birliğiyle futbolun çehresini kararttı. Futbolda da her şey çok güzel olacak sinyaline kapıları kapattı. En umulmadık anlarda, umulanı yapacak bazı takımlar sırf bu yüzden sahaya çıktı. Çıkarıldı. Futbol, spor, başarı hikâye oldu. Kim ne derse desin mevcut iktidara muhalifliğin faturası ödetilmeye çalışıldı...

 

Demek ki bu pazar, çarşı pazar karıştı. Haftaya karışıklık derlenip toparlanacak, tek tabanca rejiminden torpilli, yerli ve milli futbol şampiyonu tur atacak. İçten dışa, ele geçirilen kalelere bir yenisi eklenecek. Veya eklenmeyecek. Evet, Fenerbahche çok yakıldı bu sezon. Yerden göğe haklı isyanda. Masa başı oyunlarla bertaraf edilme girişimleri sahada tutmadı. Deplasmandaki on kişi ve on milyonlar skandal kararlar, şaibeli düdükler, projeci atraksiyonlara aldırmadı. Mesleğinin hakkını verdi, tam saha direndi.  Tümden, ‘tam yol ileri’ dedi. Tek tabanca rejimi artık futboldan ve dahi her şeyden elini eteğini çekmeli gerçeğini, naklen yayında tüm futbolseverlere izletti. Nakletti…

 

Şimdi başta mevcut iktidar, federasyon, hakem komitesi, war, takımlar, her düşünceden her inançtan taraftar, futbol hakkının gaspıyla palazlanmayı kitabından çıkarmalı.  Tek parti, tek tabanca rejimi futbolda kurduğu hegemonyanın ikilik ve kaos yarattığını artık görmeli. Dayatılan ‘Faşizmin Gölgesinde Futbol’ ile profesyonellik ve sportmenliğin tarihe karıştığı da aşikâr. Kongreler yakın, seçilecek başkanlara duyurulur, bundan sonraki ide ‘futbolda her şey çok güzel olacak’ olmalı. Aksi halde iş işten çoktan geçmiş olur. Futbol bitmeden ‘futbolda tek tabanca rejimi bitmeli’ eğer bitmez ise futbol ölür, yaşasın fitbol…

 

Gelecek hafta sonu muhtemelen turlayacak Fitbol federasyonu ile hakem figürasyonunun şampiyonuna, piyonistliği hayırlı olsun. Piyonist muazzam film, ‘Zaferin Rengi’ filmi de fena değildi!

15 Mayıs 2024 Çarşamba

İLK KURŞUN GAZETECİLİĞİ...

 İLK KURŞUN GAZETECİLİĞİ...

Onlar, bunlar, şunlar gelmeden önce revaçta meslekti gazetecilik. Değerliydi...
Bugün değeri sıfır, kim ne palavra sıkarsa sıksın aldıran yok yaftası gazeteci. Ederi belli, yancı, paracı ve paragöz. Oysa yasal ve halal olmayana paratonerdir gazeteci. Gerçek gazeteci vatanseverdir. Çünkü alnı kara, yüzü gölgeli gazetecilik yapılmaz. Vatan aşkı tam yüz küsur yıl önceden tescillidir. Özü emperyalist güçlere, maşa işgalcilere sıkılan İlk Kurşun ‘dur. 15 Mayıs 1919 Gazeteci Hasan Tahsin gazeteciliğindenden. İlk kurşun gazeteciliğinden. Asla bırakılamaz.
Onlar bunlar şunlar pek beğenmez ve istemez ama gazeteci yılmaz bir direnişçidir. Tam yüz yıl öncesi başlar kutlu direniş…
Kutsal ötesi Kurtuluş Mücadelesi’nde ilk kurşunu sıkan ve mücadelenin sembolü olan bir gazeteci-yazardır, Osman Nevres. Hasan Tahsin’in Yunanın İzmir'i işgalinde çaktığı ilk kurşun büyük direnişin simgesidir. Kurtuluşun işaret fişeğidir. Dirilişin müjdesidir. Kuruluşun ilk belirtisidir.
Onlar bunlar şunlar hiç onaylamaz ama gazeteci isyankardır. Tam yüz küsur yıldan beri. İlk kurşun, kutsal isyana atılan damgadır. İlk kurşun gazeteciliği sonsuzluğa imzadır…
Tarihle sabittir. Kordonboyu’nda korkmadan sönmez ateşi yakan, ilk kurşunu tetikleyen, kutsal isyanı başlatan, zabit değil gazeteci yazar Hasan Tahsin'dir. Öncesi sonrası hiç durmaz emperyalist işgale karşı isyanı körükler. Meydanlara hitap eder. Diğer yandan başyazarı olduğu Hukuk-u Beşer'de halkı direnmeye çağırır. Direnişi örgütler. Sözde Paris Barış Konferansı kararlarını sertçe eleştirir, gazetesinde yazar; “Burayı Yunan’a vermeyeceğiz. Vermek isteyen kuvvetle paylaşacak kozumuz var..." Yargıyı kabullenmez. Yazgı demez. Yazar.
Onlar bunlar şunlar, yüz yıl sonra keşke Yunan kazansaydı diyen hokkabazların peşine düşerken, cehennem öncesi son merasime arzı endam ederken hiç utanmazlar. Hokkanın altına giden yine yurtsever gazeteciler olur. Casus çağdaş gazeteci-yazarlar olur. Yüz küsur yıldır böyle. Düşman hiç değişmez…
Yüz küsur yıl önce yurdun dört bir yandan işgalini İzmir’li Rumlar 13 Mayıs 1919 Salı günü Aya Fotini Kilisesi’nde öğrenirler. Öğle sonrası Yunan Albay Mavrudis, Kral Venizelos’un beyannamesini okuyunca heveslenirler. Ve sabırsızlıkla beklerler o günü. Tarihi gün gelir çatar, 15 Mayıs 1919. Yunan İzmir’e çıkartma yapar. Yunanlıların Patris ve Atronitos isimli gemileri Pasaport’a yanaşır ve Efzon Alayı saat 08:55 sıralarında İzmir’e ayak basar. Bir başka kuvvet olarak 5. Piyade Alayı Punta iskelesine çıkar. Punta’dan ileri Kadifekale işgali başlar. Yerli Rumlar ellerinde Yunan bayrakları ve çiçekler Kordonboyu’na dizilirler. İşgalci Yunan askerlerine alkış tutarlar. İşgalcileri İzmir Metropoliti Hristostomos takdis eder…
Onlar bunlar şunlar ve yedi ceddi işgale selam dururken, Gazeteci-yazar Hasan Tahsin, 15 Mayıs 1919 sabahı saat yedi buçuktan itibaren Konak Meydanı Kordonboyu’nda koyu renkli takım elbisesini giyer, kutlu nöbete durur…
Yunan alayı Hükümet konağı, Kışla, Kokaryalı istikametiyle Karantina’ya doğru yürüyüşe geçer. İlk işgalci adımlar tam Kışla hizasındayken, kaşla göz arasında Hasan Tahsin kalabalığın arasından sıyrılır ve haykırır; “Olamaz, olamaz, böyle ellerini sallaya sallaya giremezler...” Çeker revolverini basar tetiğe. Patlatır. İlk kurşun. Siler geçmişi, yakın tarihi başlatır. Kurtuluş ateşini harlar. Alevler daha sonra tüm Anadolu'ya yayılacaktır...
Gazeteci-yazar Hasan Tahsin, tek başınalığa aldırmadan, hiç çekinmeden, asla korkmadan silahındaki tüm fişekleri sıralar. İlk kurşunlarla iki Efzon ölür. Sonra yaylım ateşte kendisi sonsuzluğa adını yazar. Kordonboyu’nda tam bağımsızlık kordonu boynunda. Henüz 31 yaşındadır, Ata’nın Selanikli hemşerisi Şehit Gazeteci Hasan Tahsin. Tam yüz küsur yıl önce, gazeteciliğin kitabını yazar…
Onlar bunlar şunlar gelmeden önce de geldikten sonrada en revaçta meslektir gazetecilik. Değerlidir…
İzmir Kordonboyu, İlk Kurşun'dan bu yana yüz küsur yıllık kutlu yürüyüşün en hakiki tanığıdır gazeteciler. Gazetecilik bırakılamaz. Gazeteci vatanseverdir, vatan uğruna der yazar geçer…
Onlar bunlar şunlar yedi sülale ve şürekası ne yaparlarsa yapsınlar İlk Kurşun’un izini tarihten silemezler. Silinmez mürekkeple yazılmıştır, kan ile...

KUTLUM KUTSALIM 'CANIM ANACIM'…

 KUTLUM KUTSALIM 'CANIM ANACIM'…

Er veya geç ama mutlaka 'Canım Anacığım' diye taçlandırılması gereken, umulmadık anlarda babadan da baba olmaktan asla gocunmayan, tırnak içinde babalığın yanı sıra ana olmayı da içselleştirebilen tüm goca yürekli ana, bacı, sevgili, yaren, evlat, dost, arkadaş, yoldaş, eş, tüm kadınların, insanların; 'Anneler Günü Kutlu Olsun'. Senin de Canım Anacım, kutlum kutsalım…
Her ana kadın için, bir kadın varmış bir kadın yokmuş, kadınlığını unutmuş diye başlar büyülü masallar. Peşine 'masal gibidir Anne olmak' diye devam eder. Zamanla en gerçekçi masallarda bir göçmen kadın teknesi boğuşur deli dalgalarla. Gözlerin akında birçok şey uğruna aceleye gelmişlikler ve haksızlığa uğramışlık saklıdır. Kadının, kadınlığının hapsedildiği hücre duvarlarında ise beyaz tebeşirle çizilmiş “anneliği” simgeleyen çift taraflı madalyonlar asılıdır. Dayanılması zor, yürek yakan masallarda derya deniz olur her ana yüreği. Şefkatle kucaklar analar, alabora olmuş alkanlara boyanmış gözünden sakındıklarını. Alnının çatında evlat uğruna hayattan vaz geçiş, kızı kızanı adına nice haksızlığa uğramışlık yazılıdır. Kara yazgıdan darağaçları utanır…
Yeryüzü masallarının asıl kahramanları, asil insan yavruları masa üstündeki sehpaya vurulduğunda, beyninden vurulan milyonlarca, milyarlarca annedir. Feri kaçmış gözlerine mil çekilse de her türlü baskı ve zorbalığa kurban edilse de annelik iç güdüsüyle asaletli duruştan milim şaşmayanlardır. Annelerdir asil kahramanlar...
Sıradan ama şaşırtıcı durum; kadın peri masallarında bile doğan erkek olduğunda aşkın sevinendir. Pembe melek bir kız doğurduğunda ise sevincini ürkekçe yaşayandır. Kadınlığı düşer aklına ve sanki ürperir. Kadınlara masal işte o zaman biter. Akıl bitkin düşer. Düşler üşür, hayata kötü anılar üşüşür. Masalın sonunu hiç kimse düşünmez ama 'Bir kadın varmış, bir gün yokluk doğurmuş, diğer kadınlar da onu izlemiş ve insanlık yok olmuş'. Yoklamasıdır. Sıra dışı evrensel son...
Dünya, dünya olalı beri masallar, cümle âlemin bilmediği sanılan ama bildiği, gereğince önemsenmeyen beylik yok oluşları pazarlar. Var oluşun ilkesel tanımı ve dünyayla ilk tanışmanın anne kucağında öğrenildiği satır aralarına gizlenir. Gizemli ve kutsal masalların karanlık yüzünde yüzen, iğreti dikteler, kahrolası diktatörlerdir. Satanlar ana kuzusu demez şefkat ve masumiyet masasını devirir. Sonra ağır kusurlu densizler mana dehlizinde, ömür boyu insanlığını arar durur. Masal bu ya asla bulamazlar. Gökten demir elmalar düşer başa ve kerevete çıkmak yerine, teneşire yatılır...
Her kadın; ana, bacı, sevgili, yaren, evlat, dost, arkadaş, yoldaş, eştir ve asla eşiti olmayandır. Hayatı var edendir, hayatın efendisi, hayatın ta kendisidir. Çok boyutlu dünyadır hatta dünya ötesidir. Bin bir gece sürse de masallar an gelir elbet biter ve tanrı katına çıkılır...
Senden ötesi yok senden sonrası yalan, dünyam ahretim, tacım tahtım, mahirim mahşerim, denizim okyanusum, kutlum kutsalım 'Canım Anacım', gülen yüzün solmasın ‘hadi bana eyvallah...’

BAHAR BAYRAM REDDİ MİRAS

 BAHAR BAYRAM REDDİ MİRAS

Mayıs bahardır bahar bayram zerresinde dünyalar saklı
Denize nazır başımda eylemci havadır şenlenen gül dalı.
Kerpetenlere gelesi aklımda evrensel davam
davalı davacı sarkacında boş tahta kerevet.
Her bahar geldiğinde çiçekler yaz açar
çıkamadığım tahtı kerevet bilemedim kaç kırat.
Tek bildiğim her mayıs bahar bayram reddi miras…
Yer elması cüceler otağında yazı işçiliği
maskaralık kara yazgı ocakta yas panayırlık hayatlar mort.
Kerebe yaygarası tan yeri ağarınca
alnın ortasından seken kurşunlar yakut kırmızı.
Bahar bayram şarkılarına perçinlenir eksik nakarat.
Kaç kurtul kerevetinde kaç kerem kaç aslı
kerevetin üzerine altın simlerle işlenmiş felaket
kaç fesat atımlığında çekirdeği gümüş mermiler
karavanacılar avantacılar kara düzen tam isabet.
Yığıldı üzerime bahar bayram reddi miras
lehimlendim ufka en candan
kara kalem çizdiğim özgürlük pankartı asılı kuleden kuleye.
allem kallem kul kullem arsızlığı kazılı hisardan hisara.
Kirvem çıkmaz sokak ortası acı sulu çeşme kıyısı pazar
pazar can pazarı çıkmayan canda umut var çıkmazı…
Mayıs bahardır Denize nazır bahar bayram
kızıl damlara üşüşür kara gece akşamdan
kiremitler kızarır günceden her yan anadan üryan.
Karanlık çökmüş yaz boz tahtasına gökten üç al elma
canan candan istenmiş handan yaz hülyasına
boş versiyonlu kerevet tablosu Dimyata giderken elde fırça.
Tan yeri ağarırken kesildim soluk nefesten
kasvet kereveti başıma kasket hatıra dedemden.
Derdo çıkalım kerevetine her bir Mayıs bahar bayram
Denize nazır ten ben, tin sin ağlaşırım her altı Mayıs
kızım urganlara gelesi başımda gezinir eylemci dava
kıt aklımda babadan oğula reddi miras evrensel dram...

İLENÇ DUVARI

 İLENÇ DUVARI

Rodrigo’nun gitar konçertosu aşığı
son gün demli çay isteyecek.
Her zamanki haki giyinişiyle dimdik
etkili ve yiğitler yiğidi
Deniz gibi deniz
ipini çekip gidecek.
Diğerleri de tıpkı deniz
hırçın dalganın peşine yetişecekler.
Sırf olaya tanıklık edecek dostları da hazır
ilaçla ayaktalar garipler sanki temelli uyuşmuşlar.
Ve ilenç duvarı kendiliğinden örülecek...
Devrimciler de ölür
ölür ama devrimci gibi diyecekler.
Ölür ama geleceği umutla yazmıştır tarihe
geçmişin izleri her birinin not defterinde.
İşlemişler hayatı darağacına gönülden
ilmek ilmek doyasıya.
Yağlı urgan yığınla yiğidi buruşturamaz
ilenç duvarı ilelebet durulmaz diyecekler...
Düşenler gün olur kalkar
sadece düşüncenin boynu kırılır
solgun yüzlerde dolaşan tarih yanılmaz
affeder belki geriye kalanlar
ama ilenç duvarı yıkılmaz diyecekler...
Ünlü konçerto her kulağa çalındığında
son arzu gelir akla
dudakta ilk ve son kırmızı uçlu cigara.
Ciğerler paramparça
üleşilen mutluluk gelmiş kapıya dayanmış
ebedi kavga hala taptaze diyecekler…
İsterse açılmasın beyaz sayfa
şimdilik sonsuzda istirahat vakti
demir boru ranzaların boynu bükük
Veysel’in türküsü gece gündüz akıllarda
Devrimciler uzun ince bir yoldayız diyecekler...
İşte böyledir dile destan olmak
beyaz ölüm gömleğini giymeden evvel
ölümsüzlüğe kahramanca adanmak.
Kutlu festival onuruna masklı cellatı siktir ederek
hocayı da olur ya yarın boşa konuşur diyerek
hiç biri istemedi diyecekler…
Vasiyetler tek sayfalık mektuplar
ne korku ne pişmanlık var
her cümlesi kısacık ömrün sığmadığı kitaplık.
İçerik izin verilirse böyle böyle gideceğim
emanetim arkadaşlarım tek dileğim
ve inançla haykıracaklar tek yol devrim.
Aksini diyenlere asla inanmayın diyecekler…
Derhal şimdi hemen şimdi özgürlük
şimdiye dek biriktirdikleriyle el ele
yolculuk minyatür şehirlere.
Gece karası saklı sarkaçtan sarkarak
ellerinde sallanmayan sal alı al bir bayrak.
Hemen şimdi kalkıyor şimdi bir ten bir tren
buğulu gözleri çakmak çakmak diyecekler...
Rodrigo’ nun gitar konçertosu eşliğinde
yolcu yolunda gerek tavrıyla
sehpaya gözleriyle gülüp geçecekler
devrim aşkıyla tekmeyi vurup eyvallah diyecekler.
Hem de daha çok çok diyecekleri varken..

4 Mayıs 2024 Cumartesi

BABAM...

 BABAM...

Bir son fasıl daha babam. O yüzden kısa görünse de derinliğine sana uzayacak yüreğime kanaviçe gibi işlenen el yazması, göz nuru metinler. Gönlümün son haykırışı olacak bu belki de. Veya bir daha ne zaman, nasılı asla içermeyecek. Yaşarsak tek parça düşünülecek. Ancak mermer tabletlere ustalıkla kazınmış, kara iklimin sert insanı, adam gibi adam, baba gibi baba, Ata yolunda ata olarak adın daima yaşayacak. Biz de maalesef senin adından faydalanarak…
Bir kez daha vurgulamak isterim, yıllar yılı yanımdalığın, yarenliğin, yoldaşlığın için nurol, baba. Babam olduğun için, her şey için, her şeyin için sonsuz teşekkürler. Ya birimizden birimiz yaşamaz ise diye korktum durdum yıllar yılı. Sonsuza dek sürmeyeceğini bilsem de hep var olalım istedim. Birlikte yaşayalım istedim. Doğanın kanunu sen önden gittin. Meğer ne zormuş sensizlik. Uzaktasın diye doktora anlattım neler oldu bittiyse, her şeyi sorup öğrenirsin oralarda. Ama inan hiç orada değilim, iyi tanırsın beni. Zaten bu fasıl başka fasıl babam.
Hiç yere fasıla girdi aramıza. Oysa hayattan alacaklıydık daha. Birlikte yaşamak adına oldukça yüklü ödeyeceğimiz vardı kadere. Ama sen bizi sonsuzluğa uçarak alacaklandırdın, yine borçlandık sana. Yine isyankâr, yine sitemkâr, yine kalemkar olacağımız kesin çünkü keskin bir çentik attın aklımıza, bir yara açtın yüreğimizde, küçücük bir evrene hapsettin bizi, özgürlüğe uçtun. Sonrası bu, yok.
Kızma ama kızgınlığını özleyeceğim, babam. Hem sosyal hem demokrat kimliğini taşıyacağım göğsümde gururla. Aşıladığın kızgınlıkla hayatta kaldığım sürece yakama yapışan virüsleri canım pahasına silkeleyeceğim cehennem ateşine. Tavına tavrına kurban olduğum, tavla oynadığımızı farz edip, feverana başladığını düşleyeceğim her sinirlendiğimde. Kızıl kızmışlığım arasında sihrini. Zaten sen mars ettin bizi baba, iki mars bir ters. Başka terslikler vız gelir tırıs geçer…
Gelenek icabı göstermelik rahmetle anmasam da özenle sakladığın rozetini takacağım yakama, cebimde meyve soyduğun bizim ora çakın sevdiğin sokaklarda gezip dolaşacağım. Çınaraltı`nda bir susamlı simitle demli bir çay içeceğim. Sarıyer`de börek yiyip, kasımpaşa’da işkembe zerde veya kelle paça içip, Sarayburnu`nda denizi koklayacağım. Burnumda o çok sevdiğin yosun kokusu, o tuzlu ıslaklığı içime çekeceğim her daraldığımda. Öyle sıkı kucaklayacağım ki deli dalgaları, iliklerimde hissedeceğim seni babam.
Gözlerimi her kapadığımda, özüme yüzüme parlayan o keskin orağı göreceğim. Kızgın alevler arasında güneş rengi orak, karşımda parlayacak, tam burnumun ucunda. Ağır bir çekiç ağır ağır beynimi dövecek. Belim bükülecek, boğazım kuruyacak, yüreğim kanayacak, eriyeceğim yavaş yavaş, Babam silme kaybedeceğim belki de yarışı ama asla korkmayacağım sayende. Ata kaybetmek böyleymiş demek ki cevval cesaretlendiriyor...
Her ne gelse başıma, başım belalarda kalsa her seferinde arınacağım kısa sürede. Aranmayacağım başkasını. Direncim olacak sana diye içime akıttığım her sıcak gözyaşı damlası. Damlasına kıyamadan her zerresinde fırtınalar koparacağım. Ve o fırtınalar benden sana haber havadis ve sonunda mahsus selamlar taşıyacak yıllar boyunca.
Bana can veren, kan veren canım babam. Kanım, kandaşım, arkadaşım, yoldaşım… artık yoksun evet. Gün olur dahanın dahası çıkmaza girersem, dava niyetine rüzgarları dinleyeceğim. Rüzgâra kulak verip dikkat kesileceğim. İşte çok sıkıldığım o anlarda, beter bunalımlarda senden haberler ulaştıracak bana, kara yeller ve ılık ılık eserek okşayacaklar aklımı. Kara dalgalar mendireği dövecek mutlaka her ilk yazda ve ben babanın selamı var uğultusuyla serinleyeceğim. Ve iki elim kanda olsa da sırsıcak bir esinti olacaksın yüreğimde, şahım, pirim, azizim… hayır, daima varsın…
Her sarısıcak sonbaharda ilk düşecek yağmur zerrecikleri ile vuracaksın can kapaklarımıza, kırık camlarımıza. Gönülden bir merhaba ile buluşacağız yine damlaların berraklığında. Safça, en temiz, en arı, bey gibi beynelmilel. Kıçı kırık kirleticilere inat saflıkla yaşayacağız, yaşatacağız hatıralarını. Sevgiyle yeşerteceğiz umudu, yeniden filizlendireceğiz üç fidanları, on yıllardır bizden hiç esirgemediğin desteğinle.
Yazın balormanı ballandıran emeğin terinde, alın terimizi ellerimizin tersiyle sildiğimiz ıslaklıkta, seni bulacağız. Tam tekmil, güneşin bize ulaşan yüzünde nefesini. Işık demetinde, rehavet veren sıcaklığında seni koklayacağız parça parça. Ellerimizde, gözlerimizde, yüzlerimizde kaçak bir öpüş olacaksın, bizi hasretle hararetle kucaklayan, yeryüzüne ulaşan tanrı parçacığı enerji, kışımıza yaz gülü olacaksın, ar damarlarımıza nar.
Kışın sepeleyen, yağan karda yüzünün akıyla tane tane düşeceksin üstümüze, başımızın üstüne. Tertemiz bir kâinat sunacaksın düşlerimize. Kirlenmişe inat, kirlenmişliğe düşman, aksularımızı donduracaksın. Emanete ihanet edenlere apak bir vaat, söz, yemin, and olacaksın aklımıza doluşan. Hayat tılsımı olacaksın yalnızlığa inat, garipliğimize gayret...
Babam ilk yağacak karla dışarı çıkacağım, el tutar ayak yürür her fırsatta. Önce bir topak yapacağım, sulu kardan. Sonra elden ele dolaşacak, ellerimizi yakan kar topu. O topak sen olacaksın gittikçe büyüyen. Sevdiklerinin elini sırayla sıkan. Yürek sıkıntılarından kurtaran. Kurtuluşa yakın en çok deniz özleyecek seni, sonra ben…
Hiç korkmayacağım ölürüm diye. Biliyorum ki bekleyeceksin bir yerlerde, koruyacaksın yine yeniden, daima. Hain pusuları kırdığımda başımı gök kubbeye kaldırdığımda, gözlerimi puslu maviye diktiğimde binmilyontrilyonca zerrecik olarak doğduğumuza ve pamuk pamuk süzülüp yaşamı kucakladığımıza dünya şahit olacak.
O şahit ki hayatta seni, en çok seni seviyorum, billahi seviyordum can yoldaşım. Kanatlandın atlas maviliğe, o sınırsız boyuta uçtun. Kahramanca, yiğitçe yükseldin ebedi mutluluğa. Denizi karartan heyecanla. Hırslarımı bir kenara koyup, ayak izlerini takip edeceğim mevsim mevsim hiç sıkılmadan, yıllar yılı hiç usanmadan. Ve vakti zamanı geldiğinde namı değer bir son fasıl daha.
Sen rahat uyu babam…

GÜLLERİ SOLDURAN MAYIS AKŞAMLARINA AĞIT YAKMAK…

 

GÜLLERİ SOLDURAN MAYIS AKŞAMLARINA AĞIT YAKMAK…

 

Her “Gülünün Solduğu Akşam” kızaran damlara vurduğunda bıçak sırtı ayaz, ayılırım bir başka ve katmerli hüzünlenirim. En baba gülümü de “Gülünün Solduğu Akşam” toprağa verdiğimdendir, bu dilimdeki dirilmiş sözcükler, bu insani diyaloglar…

 

Gülün dikeni yüreğimize çentik üstüne çentik atmış bir kere unutamayız. Başkalaşım başladığından sanal kahramanlığa özenti değil, alnımızdaki zindan karası. ‘İdamlar ve babam’ hakkında unutkanlık ve acizlik potansiyeli gösteremeyişimizdendir, kuşaktan kuşağa aktarılmasına taptığım bu ağıt. Gerçi bir devrimcinin yaşamında çok kırılma noktaları olur. Olur, ama hayatında iliklerine kadar işleyen ilkler ve beter acılar yaşamışlığı da vardır. O variyet, keskin acıları yaşamışlıkla kontrolü çok az kaybettirecek bir etkendir. Zaten yaşamın köklerine inildikçe ideolojiyi eleştirmeyi kültür edinmişlik derinliği de belirir. Bu öyle bir devrimci kültürdür ki; yeni ve sade hayatlar kurmayı sürekli engeller. Sıra dışı ve aykırı yaşamaktır haneye düşülen not. Namı değer başkaldırıların sere serpe yayıldığı şu yüzyılda en yüz akıdır o yazıntı.

 

Delice savrulan ve arzdan arşa sonsuzluğu içselleştirirken zaman; onlar öldürüldüğünde, babam öldüğünde hiç ağlamadım kim diyebilir ki. Kim diyebilir ki manifestolar kaleme almış olsalar bile ‘Duyguların Efendileri’ babasına ağlamaz diye. Babası öldüğünde ağlamaktır devrimcilik, defnederken de aklından öpünce hayat, kalenderliği babasından geçmişçesine yutkunmaktır. Yoldaşı öldüğünde ise gerçek hayatı çarpıtmadan yaşamaktır, benekli hayallere dalmadan yaşatmaktır…

 

Her “Gülünün Solduğu Akşam” kaderin bir cilvesidir, onlarla birlikte babamı da anarım yüreğimde hasret ve yanarak. Çıkışsız labirentlerin esrarını ve sırrını hiçbir yazılı biyografi çözemez. Ama “yüz metreyi en hızlı koşan çocuklar” seksenlik ihtiyara elverdiği, omuz verdiği veya kol kola yürüdükleri gün, yersiz zamansız ölüme mahkûmiyetin ağırlığı tekletir kalpleri. Yaşanmazı yaşamak incitir ve acıtır yürekleri. Acıyla dişlerimi yumruklarımı sıkarım. Dünyanın en canlı renklerine hiç aldırmadan, tıknefes anmak ve yaşamaktır övülmeye layık dostları ve kalender babayı. En sevilenler ayni gün ölünce, o günü unutmak…

 

Her “Gülünün Solduğu Akşam” üç kırmızı karanfil Karşıyaka’da dost bağına, yeşil çotanak babam Çavuşoğlu’nun bağrına yakışır. Haramzadeler ile kurşun askerler ölüm korkusunu her an yaşarken onlar ölümsüzlüğe uğurlanır. Zaten çanlar devrim için çınlamaya hazırlandığında tesadüflerle vurgulanan, hayal kırıklıklarıdır insan beynini kuşatan. Kuşatılmışlık aslında kaç şekerli olduğu belirsiz zifiri demli çay içmeye yolculuktur, darağacına kurulmuş veya cellâdın tırpanından doğan yeni ha[1]yatlarda.

 

Evet, “Onların başı dikti ve hayal ettikleri güzelim dünya için, ülkeleri için, memleket için, sıla için, anaları, babaları, kardeşleri için kurtuluşa eren isyanları vardı. O yüzden sehpaya, musallaya yürümekten çekinmediler hiç asla korkmadılar. Asla yılmadılar, baş eğmediler ve asla eğilmediler, dimdik durdular ve gittiler. Çünkü onların ince gelecek hesapları, kişisel kaygıları yoktu. Sadece pırlanta akılları, altın yürekleri, gümüş parlağı bakışları ve gencecik umutları vardı. Tek cümle ile izahı, onların cesaretleri ve umutları vardı yığınlara mal olan…”

 

Her “Gülünün Solduğu Akşam” neden gam çekerim şu bedeni ve zihni yorgunluk günlerimde bilirim. Şimdi cümle alem bilsin ne gam. Bilirim karşı kıyıda çelikten ağlara takılıdır aklımın ince gülü, gülleri. Uyku bozuğu gecelerde yıpranmış kalbe kuvvet bütün orijinalliği ile karşımda olurlar buket buket.

Ve her “Gülünün Solduğu Akşam” iskele, sahil, meydan, memleket esenliği için turlayanlara babamın da eklendiğini hissederim. Acılarımın zirveye tırmandığı o anlarda tembel bir gevşeklik kaplar bedenimi, ama en enerjik halden daha hallicedir. Sabah uykusunun en birinci özlendiği o çocukluk yıllarımdan süzülen hayat önünde, babama ve onlara rastlarım. En güler yüzlü ve sıcak sarılırlar düşlerime. Babam ile övülmeye layık dostlar ve ben izlenecek yolların en izmlisine vururuz adımlarımızı. İnandıkça gören, gördükçe inanan ve etkilendikçe güçlenen yüreğimizle ideleşiriz.

 

Aslında gücümüze, çok gücümüze gider zamanı iyi değerlendirememişlik. Zorumuza gider, bir parça günlük hayat huzuru tatmadan gerisingeri devrilmek. Gerçeğin özüne zamansız girişin mükâfatıdır, elli küsur büklümlü nazım da kırklara özlem. Tarihi sulandırmaktır, tahminen sulandırılmasıdır insanın içini en çok acıtan. Ve zayıf düşmemek içindir, her mayısın ilk haftası dördü ile altısı arası, şu anda en lüzumlu ve özlenenler arasından onları çekip çıkarmak. Derin uyku hali haraca kesmişken düşünceleri onlara sığınmaktır bilgece, kösnül yalnızlık ve tekdüzeliğe inat. Varsın olsun ayrılık şarkıları, yaratının kalıtsallığını bozmayacak aykırılıklar. Nasılsa her içli şarkıda titrer zaman, her gül mevsiminde…

 

Her “Gülünün Solduğu Mayıs Akşamlarında” kurtuluşa mukabil ise yolculuklar, dayanılır babında hayat şeridini bir ucundan diğer ucuna eşkıya farkıyla dolaşırım. İmgeler yeşerdikçe, simgeler kızardıkça gece sohbeti yapacak dostlarımı ararım. Naaşımız kara toprağı öpene dek, Onlardır, Babamdır aradığım, unutmadığım ve unutamayacağım…

 

Sınırlı sınırsız bilgiler gölgesinde devrimlere inanmak insana gerçekten kuvvet verir. Zamanla güç kaynağı bile olabilir çekilen acılar. Ancak son yıllarda ortalığı sürüyle sözde rahmani yeşillik, bilumum zerzevat istila etti. En nazlı yetişir olanlardan şu an hiçbir haber yok. Ey Çıfıt çarşısı kıyafetli ölüm, ölümün kör meleği, ölüm tek celselik aşk, gel bakalım. Ve yüzüne vurulacak daha çok ayıp var, çok ayıplısın sen. Bilinsin ki; ozan özür dilerse en sansasyonel biçimde diler, sinkaflayacak ise eğer Kaf Dağı’ndan başlayarak sinkaflar. Bari öğüt vermeye kalkışanlar, Karadeniz’in diplerinde ayıp arayanlardan olmasa. Gülün dikeni yüreğimizi kanattığından iğneleyici sözler sarf etmeyeceğiz bugüne özgü, üzgün edip mantığıyla…

 

Can babam akşam güneşini çimdikleyince yarım kalmış sevdalar, çok düşünerek yazmak hiç düşünmeden söze başlamak gibi bir şey sana ulaşmak. Affet babam can yanmalarda. Ve biraz daha zaman tanı, elbet geleceğim. Daha zaman var sararan yapraklara ve lacivert taş üzerine kazılı bilgeliğe.

 

Her “Gülünün Solduğu Akşam” sizi özlemle anıyorum ve en kısa zamanda buluşmayı bekliyorum…

DEVRİMCİLER DE ÖLÜR; DEVRİMCİ GİBİ DENİZ GİBİ…

 

DEVRİMCİLER DE ÖLÜR; DEVRİMCİ GİBİ DENİZ GİBİ…

 

Cılız serçe yavruları bile ağlaşır, yüreğindeki kanayan yaraya tuz ve deniz suyu basmış analara, bacılara ve bir çınar gibi ayakta ölen babalara…

 

Günahlar ve sevaplar dibe vurunca, tüm yollar denizlere çıkınca ağrır durur boyuna kafanın içi ve acıdan tekler kalpler. Ve geriye vasiyetler kalır. Vasiyetler tek sayfalık aceleye gelmiş mektuplar olsa da o anda akla gelenler alabildiğine özlüdür, rotası bellidir ve en küçük kardeşe emanetler tarihe yolculuğun en ciddi tanıklığı ve yol haritasıdır. Acı olur geleceğe; ‘Mektup elinize geçtiğinde ben...’

 

Devrimciler de ölür; devrimci gibi, Deniz gibi…

 

Yiğitler yiğidi, devrim inancının dev adamı Rodrigo’nun gitar konçertosu aşığı, demli çaya katık eder bütün sevdalarını. Ama geleceği göremeyecek olsa da bilse de hasretini ve prangaları umutla nakleder not defterine. Dudağında ilk ve son kırmızı uçlu sigara, kulağa çalınan o ünlü konçerto ile sanki mutluluk giderayak gelmiş kapıya dayanmıştır. Bir mısra boyudur o sehpaya yürümek ve onlar için hayat macerası asla sonlanmaz sürer, sürer gider.

 

Devrimciler de ölür; devrimci gibi, Deniz gibi ama…

 

Ellerinde hiç doğmayacak, doğmasına doğurmasına izin verilmemiş bebeksi kalp atışları ile ipeksi bir sıcaklık kalır. İşte yalanlar cehenneminde yanmak, yakılmak budur. Cennete yazılmak ise hilali çıplak görmekle orantılıdır. Yıldızları kral görmek, kralları yıldızlaştırmak devrimcilerin insan yanına sığmaz. Devrimcilik kralı çıplak görmektir ve âlemlerin yılanına zehirlenmemektir. Ve denizler, yalanlar korusunda korumasız dolaşır, yiğitçe ve dürüstçe. Devrimciler de.

 

Devrimciler de ölür; devrimci gibi, Deniz gibi ama ebediyen…

 

Düşlere dolanan denizin en karasını boylamaktır bazen hayatın realitesi. Yol belli yolcular belli iken o fena gidişe dur diyebilmektir yılmadan ve korkmadan. Dosdoğru ve yalansız, talanlar cennetinde darlanmaktır yiğitçe. Dolanlar değirmeninde öğütülmekten ise hilafsız âlemlerin kralına yeri geldiğinde kafa tutmaktır, Karşıyakalılıktır devrimcilik. Hilali çırçıplak yıldızları devrim görmektir ipek yumuşaklığında. İşte dilimi yutarım ama dilsizliğimi bile haykırırım yürekliliğidir devrimcilik ve Deniz gibi olmasa da devrimci olmak da vardır hayatta. En zalim baskılara asilce başkaldırıp, asiliği ayni torbadaki kurada çekebilmektir devrimcilik. Mecliste her çekilen kurayı Kurandan sayıp zırlamamaktır devrimcilik. Tarihte ilk ve son yıkılmış ve yakılmış biz olmayacağız deyip yürümektir denizin en dayanılmaz sıcağına. Tek tabanca kalmaktır devrimcilik.

 

Devrimciler de ölür; devrimci gibi, Deniz gibi ama ebediyen yaşarlar…

 

Suçludur devrimciler ve de devrim. Evet suçludurlar. Falan filanlarla geçen ömürlerin törpüsü olmaktır tek suçları. Yangından mal kaçırırcasına karar verip yağlı ilmeğe sığınanlara, suçsuzluğa ve ara deyişlere ket vuranlara, devrimci bir nazar, kaş göz karartmaktır büyük suç. Oysa yakasından tutulan hayata tutunmak, en derin uykulardan kalkıp uyanıp öğrenilendir devrim. Tek ve en büyük suç budur, devrime inanmak. Bildiğimi bilirim, bilmediğimi bilmek isterim ve öğrendikçe hesap sorarım yalnızlığıdır devrim suçu ve devrimcilerin suçu.

 

Devrimciler de ölür; devrimci gibi, Deniz gibi ama ebediyen yaşarlar tümü…

 

Denizin kara sıcak, sımsıcak dalgalarında ninnilenmek veya cahilim öğret bana demeden pişkinlikle öğrenip, yağmalanmak da var hayatta. Hayatını denizin en derin mavisinde geçirmek de var. Pirini, birimini, himmetini, methiyeler düzmeden nursuz nimetsiz sabahlara, ak sulara devrim adına haykırmak da var hayatta. Denizin en derin karasında ay gibi güneş gibi parlamak da var hayatta, Deniz gibi.

 

Devrimciler de ölür; devrimci gibi, Deniz gibi ama ebediyen yaşarlar tümü tüm…

 

En derin mavilerde en kör kuyularda kalıp, ‘bir deli bir kuyuya bir taş atar, bin akıllı çıkaramaz’ vecizine inanmamaktır işin aslı. Bir ölüp bin, bin ölüp sonsuza doğmaktır işin özü. Ulaş’ılan menzilde Aslan’ca davranıp, naçarlığa direnmektir İnan’çla işin gerçeği. Kütüphaneler dolusu öğüdü bir sayfa mektuba, bir gitar konçertosundaki o küçücük ama eşsiz tınıya, ‘uzun ince bir yol’u yüz metrelik sonsuz bir maratona, Mahir’ce sığdırabilmektir işin değeri. Selam olsun Kara Deniz’in soldan dalgalanışına, o ve onlara, o en değerlilere…

 

Devrimciler de ölür; devrimci gibi, Deniz gibi ama ebediyen yaşarlar tümü, tüm devrimlerde…

 

3 Mayıs 2024 Cuma

3 MAYIS BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ GÜNÜ

 3 MAYIS BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ GÜNÜ

3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nün amacı, basının demokrasiyi korumaktaki rolüne vurgu yapmak, etik gazeteciliği öne çıkarmak ve dünyadaki basına sansür uygulayan ülkelere mesaj vermek. Şu garip ülkede yazılı görsel basın ve yerel basın özgürlüğü yok denilse hiç de yalan olmaz. Çünkü ‘Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’ sıralamasında Türkiye 180 ülke içerisinde 158. Sırada…
İki gün önce Saraçhane meydan muharebesinde, Taksim’e yürümek isteyen işçilerin ve olayları izleyip topluma aktarma görevi üstlenen gazetecilerin önüne polisten duvar örüldü. yoksulluk ve sömürü devam etsin, karşıt sesler kesilsin diye polis, biber gazı sıktı, plastik mermi kullandı. Yetinilmedi; emir vereni meçhul “Basını süpürün” denildi.
Oysa halkın doğru ve özgür haber alma hakkı her şeye değer. Basın öcü değil, öncüdür. Basın, ‘milletin müşterek sesidir. Başlı başına bir kuvvet, bir okul, bir öncüdür’. Yani basın dünyası dövülesi değil övünülesi, övülesi ve sınırsız özgürleştirilesi bir üst yapı örgütlülüğü.
Bu örgütlülüğün temel taşı basın emekçileri takip ettiğini, gördüğünü, düşündüğünü, bildiğini, kaynaklı belgeli ve özgürce yazar. Kalemine zincir vurulsa da korkmadan, ciddiyetle ve samimiyetle yazar. Tek başına yapayalnız kalsa da çekinmeden, ürkmeden haber kovalar. Kovuşturmalardan yılmaz. Ayakta kalmak adına çetin mücadeleler verir. Çünkü Ata’dan beridir iyi bilir; "Fikirler cebir ve şiddetle, top ve tüfekle asla öldürülemez."
Bugün 3 Mayıs dünya basın özgürlüğü günü. On yıllardır bu memlekete uğramadı, uğramaz. Teğet geçer. Sıradan günlerden bir gün olarak geçiştirilir. Bugün belki birleşmiş dünya için önemli gün ama bazı ülkelere göre değil. Belki de bir farkındalık günü. Farkına varılmayınca da dünya sıralamasında sonlarda kalınır tabii. On yıllardır resmen tam o vaziyette…
Doğrusu son yıllarda basın sansür yemiş, basın emekçileri, olmadığı kadar baskı görmüş. Baskı yetmemiş tutuklanmış. Hapsedilmiş. İşten atılmış. İşsiz kalmış. Haber kovalamış azarlanmış. Darba uğramış. Sansürlenmiş. Maddi manevi şiddet görmüş. Hiddete maruz kalmış. Eften püften nedenlerle gözaltına alınmış. Cezalandırılmış. Ve an itibariyle artık yazamıyor olmuş. Yazsa da yazmasa da zaten vatan haini görülmüş. Yani bilinçli manevralarla, bilerek ve isteyerek dördüncü kuvvetin beli kırılmış. Basında klas durum, yerli ve milli duruş, iktidarın dayattığı ölçüde yerli yerindelik...
Bu kafayla sona kalan dona kalır. İfade ve basın özgürlüğü tırpanladıkça, tehdit ve baskı devam ettikçe, dinci faşizan eğilimli bu tarihsel süreç kimselere mutlu gelecek sunamaz. Çünkü basın demokratik denge ve en doğru denetleme mekanizmasıdır. Anayasal düzenin destekçisidir ve güvencesidir. Hürdür, bağımsızdır, müstakildir, özgürdür, özgündür. Ve öyle kalmalıdır.
Şu fakir memlekette bugün çoğunluk basın iktidar yanlısı. Hükümet kontrolünde, boyun eğmişlik. Siyasal erkin ve sermayedar gücün güdümünde siyasallaşma. İktidarın sopasına dönüşmüşlük. Sözde sınırsız özgürlük ama itibar sıfır. Kalem satıldıkça prestij kaybedilmiş…
Basın özgürlüğünden söz etmek bile suç. İktidar muhalifi görülen mevcut azınlığa ve ekonomik krizle boğuşan basın, yerel basın çaresizliğin dip noktasında. Sade özgürlük yetmez, belki de istenen bu. Güdümlü çoğunluk ise pik yapmış ve yapay huzurlu. Peki yarın? bu yağmacı düzen yıkıldığında neme lazım, kime lazım basınını çark etmeler de kurtaramaz. İşte o zaman o zatlara da lazım basın özgürlüğü…
Mevcut iktidar ülkenin yeni, ‘sivil, demokratik, özgürlükçü ve kapsayıcı’ bir Anayasa’ya ihtiyacı olduğunu söyleyip yandaş devşirirken, “ Basını Süpürün” feveranı ve bu kolluk zaafı ne perhiz ne lahana turşusu. Şu Garip memlekette özgürlük denildiğinde, on yıllardır hep utanç tablosu. Basın ve yerel basın özgürlüğü için akıl ve beden sağlığı nedeniyle yapılabilecek tek değerlendirme; "Yorum yok..."

EYLÜLDE AŞK, ADALET BARIŞ VE ÖLÜM…

  EYLÜLDE AŞK, ADALET BARIŞ VE ÖLÜM…   Eylül ile özdeştir aşk. En eski alınyazıdır alnı kırıştıran, yürekleri kıpraştıran. Altın sarıs...