TAM SAHA PRESS, YIKILMAZ BLOKSS...

30 Ocak 2022 Pazar

ZİHNİN MERKEZİNE YOLCULUK...

 ZİHNİN MERKEZİNE YOLCULUK...


Hayat kıyasıya sürerken, katlanılan nice yol ve yolculuk arasında en zoru, zihnin merkezine yolculuktur. Çünkü zihnin merkezinde yolcuyu olduran mucizevi şahlanışlar veya yolu donduran mücaveze şaşkınlıklar yatar. Zihnin merkezindeki mücadeleye zemin bazen buruşuk bir ruhun özgüvensizliğiyle boyun bükme veya ruhu özgürlüğe adanmışlıkla büyüyen başkaldırıdır. 


İşte anca böylelikle meydan okunur hayata. Kanca atılan demir zırhlı düşünceler, tozu dumana katar ve gayretkeşliği tetikler. Ha gayret çelik grisi parlayan son bir nidadır. Nitekim zihne saplanan; yaşamaya izin verildiği sürece yaşanır plakasıdır. Bu gizli saklı bir süreçtir. Bu iki bilinmeyenli zor denklemin aleni yanıtı ise geçmişi sonsuzluğa uzatan istasyon, utanmazlık serüvenini anonim metne bağlayan acı son oluşudur...


Kutlu idealleri terk ettiren, hayat denilen sihirli oyunu bozan ve zihni yoran bu yolculukta karşılaşılan düş kırıklıklarıdır. Bu düşbozan kırılgan çizgiye hapsoluş sinirli yaklaşımların işaret fişeğini çakar. En radikal sertliği içeren, isyankar dürtüler zihni kaplar. Zihni yalım besler ve alevlenen utku bambaşka tutkuları tetikler. Pratiksel hoşgörü, programlı betimlenen teori ve planlanlanan yüksek ilkeler bir anda silkelenir. Sinirli hal ve harlı gücenmişlik, geciken adaleti simgeler. En nihayetinde pek akıllıca bulunmasa da asla ayıplanamaz bir doğrultuda nihai hedefe varılır. Bizatihi varılan nokta üzerinde hiç düşünülmeyen, dokusal ve dokunsal deneyim ürünüdür... 


Zihnin merkezine yolculuk işte böylesine ürkütücüdür. Çünkü orada tarifi zor, itirafı güç çözülmelerle yüzleşilir. Hele ki, ayrıntılarda boğulan işgüzarlar, eften püften sebeplerle haddini aştığında kaçınılmaz son gongu vurur. Çalar saat gibi işler zihin, erdem zedelenmesi ve zehirlenen zihin işvelenmesine karşı koyuşu kodlar. Çıkış yolundaki açmazlar, arzın kökenlerine dek uzanan ayrıma tabi tutulur. Tabii ki evrensel huzuru kaçıran yavansı yabancılaşma ve ocak söndüren yoz yobaz yabanlık, zihnin sonsuzluğunda o bilindik son yolculuğun yegane nedenidir. Tersi kanıtlanamadığı sürece sonu belli o süreç kendi kulvarında ve kıvamında ilerler...


İlla ki, zihnin merkezine yolculuk, kurgunun tadını bozanlarla, geri dönüşsüz yollara sapanlarla, yüzsüz yüksekorta tiplerle yüzleşme serbestisidir. Zihin izin tanısın veya tanımasın, bu epey tanıdık pik ve dip aymazlarıyla, izsel ve zihinsel savaş kaderin cilvesi anına dek sürer. Zinhar zemin kayar ve tahtalı köyde toplu mezar...


Zihnin merkezine yol açmak ve zihinsel huzura yolculanmak, Tanrının bir lütfudur veya korsatanların hayattan çaldığı anların dayanılmaz ağırlığıdır. Meselenin özü anları kurutanları, anıları kusurlayanları, kustuğu kötülüklerle zihinde derin izler bırakanları ve bu minvalde kör anlayış ruhbanlarını ceza babında mükafatlandırma eylemidir. Yokluğa ve yoksulluğa direnci pekiştiren bu genel doğrudur. Elbet bir gün mutlaka eden cezasını bulur tezine sığınma yerine, zulme zulmete ve zifir zihniyete zararziyanın hesabını sorma niyetidir zihinsel yolculuk...


Kalender meşreplere inat karakter çapı metelik etmeyenlerin, zihin çeperi alemde zerre olmayanların, toplumsal terbiye standardını bir anlık ıskalaması bile ıslak hava mahkumiyetini ısmarlamadır. Medeni boyutta boğulanlara makul yafta ömür boyu azap çekme cezasıdır. Çetele boyna asılır. Hıyaneti emanet bu etiketlenme zihnin merkezini her ziyarette, hayal bile edilemez hakimiyeti umudu

perçinler. Es verilmedikçe esrarengiz biçimde bir sonraki esareti kıran aşamayı askıya çeker. Bu askı süreci adaletli duruşla, en çekilmezi çeken yorgun zihnin çatlamış skalasını klaslaştırır...


Bu kahırlı klasmanda zihni devamlı uyaran ise insan kisvesinde hayvan postuna yerleşme lainliği veya insanlık indinde yeri olmayan hayvan postuna bürünme gafletidir. İnsanı zıvanadan çıkaran ve kutsal isyanın pimini çektiren işte bu küllük kurnazlığıdır, katıksız küstahlıktır.


Küsuratları hariç zihni ağır mesuliyete sevk eden, zihnin sakinlik merkezini geren işte bu kendine davranılması beklentisi dışına taşanlardır. Yolyordam bilmeyip hayat yolculuğunu zihin ötesi garabete taşıyanlardır. Tabansız taşkınlıklarla ilahi dengeyi yıkanlardır. Hal böyle olunca, haliyle zincirlerini kopartan zihin asla kontrol edilemez tavlı ve tavırlı çatışmayı önceler. Elbette bu kendini mal sahibi, mülk sahibi gören ayarsızlar, kendini bilmez seviye ve seciye düşkünleri önce zihnin merkezinde bir yerlerde, sonra sığındıklarını sandıkları şehirlerin merkezi veya ücra yerlerinde hayat pahasına, ağır yolcu ile karşılaşırlar...


İşte tüm zihin fukaralarının gördüklerini göreceklerini tamamlayacak olan, asla unutamayacakları o son karşılaşma ve sonsuzluğun zifiri karanlık merkezine o son yolculuktur...

28 Ocak 2022 Cuma

SORU, NEDEN YAZI? YANITI, KIRKLAR KAPISI...

SORU, NEDEN YAZI? YANITI, KIRKLAR KAPISI...


Neden yazı? sorusuna yanıt için, halden anlamazlara kırk dereden su getirmek gerekir bazen. Oysa ardısıra hiç usanmadan yazmak, hayata dair anlam arayışıdır. Doğru olan, yazanı anlamaya çalışmak yerine, kılı kırk yararak yazılanı anlamaktır. Çünkü kırklar kapısını aralamak, gereğinden çok iyi anlaşmakla, dostdoğru anlamakla orantılıdır. Altın oran dostluk veya hiçliktir. Yazı, özü sözü bir bütün eyleyip kırık hayatlara dokunmaktır. Kutlu tarihin hafızasını işletmektir... 


Yazmak sanattır, sanat hayat, yazı hayatın ta kendisi. Çoğu kere yazı ile yazanı durduk yerde hapislik olur ve tarih sıfırlanır. Sözlerin kaydıyla oluşan uygarlık silbaştan şekillenir. İşte her resmin bir harf, her harfin bir sembol, her sembolün bir anlatı olduğu günden bu güne, mahreme perde böyle aralanır. Mateme dönüşen yalnızlıklar, kırklara dayanır...


"Dayanmaz gönüller, dayanılan kapı kırk pareye dağılınca. Kurşun gibi ağır hava da, boynu bükük kırmızı gelin çiçekleri birer kor tanesine dönüşünce. Korku dağları beklerken cana can üflenir. Kor yürekleri en üşüten cinsten. Civar soğuk, cümle kapıda ayaz, kürküne bürünülen ebruli felsefe kuşatılmış. Yine de gölgesine uzanılan demir kanatlı özgürlük nabızlarda atar. Doldurmalık çile ilaçtır, tarih boyu acımsı, yasak savıcı yasalar enkaz. Yasaklardan bunalmış titreyen dillerde isyanlar. İster istemez yürek dayanmaz olanlara..."


Bakır ibriklerden dökülen büklüm büklüm güneştir yazı. Yazıyla dayanılır yazgıya, saf ve temiz. Söz söz üstüne ışık yelpazesi. Tarihin en ateşli sorgularında daima yazı ve yazgı yargılanır. Oysa taşa, deriye, palmiyelere, papirüslere işlenmiş, karşı yakanın altın ışıklarıyla şahlanan, şaha yankılanan, yüzyıllar binyıllar öncesinin sırrıdır yazı. Yazgı ise gönül sarayına, geçici dünya süsü... 


Yerden göğe başka dünyalar dolsun ciğere diyerek, sürekli dik uçlarda, pik burçlarda, dip çukurlarda soluklanılır. Ancak hiçbir şey eskisi gibi kalmaz. Öyleki ölüm gününe dek, hayata dair ne varsa bu yüzden istiflenir. Tek gaye tarihe not düşmek adınadır, inatla hararetle...


'Hanelere pırıl pırıl bir güneş doğar, güne uçuşur güller. Berrak havayı göremeden kirlenen kibirli yarışlara koruyucu duvarlar. Sıkı örülmüş kıyamet yolculuğunda kıymete değer kırklar. Zamanı ahirde kıyamete yakın boşa afra tafra. Herşeye rağmen kıyam. Kıyıma isyan Atadan beri...'


Bir varoluş sancısıdır yazı. Öyküsever gençler yazıyla kıyasıya öykü kahramanına dönüşür. Yabancılaşan hayat çarpar yüzlere.  Sonuç Donkişot simgeleşmesi. Eylem kuşuna dönüşme. Hasbahçe balosunun olmazsa olmazları tarihin belleğinde. Kim kalıcı kim gidici, ileride görülür. Ve bir daha Cumhuriyet çalınır kulaklara. Acıyla viyaklayan dudaklarda hayatın rengi. Gözlere fazla gelir tek bir sıcak damla yaş. Ay şehrine çöken nursuz geceler, asla cumhuriyeti çalıp götüremezler. Geride ne ağız dolusu gülüşler kalır, ne de yüreklere ılık bir temas. Ve artık resmigeçitler izlenmez. Bando doğum günlerinde bile ölüm marşı çalar...'


Çalakalem yazılar tarihin hafızasını zayıflatır. O yüzden hafızayı güçlendirmek için ilk emir gereği, okumak gerekir. Okumak ve yazmak...


İşte yerli yersiz yinelenen, neden yazı? sorusunun tek ve net yanıtı; Yazı, kırklarla sonsuzluk kapısına varıştır...

26 Ocak 2022 Çarşamba

GÖÇ VAKTİ YALNIZLAŞMASI...

 GÖÇ VAKTİ YALNIZLAŞMASI...


Yalnızlaştıkça insanlar, birileri zenginleşir. Ve yalım çakar, deniz kabarır, göç başlar...

 

Kıyametlik göçlerde öç alır deniz. Eşi benzeri, ucu bucağı yoktur, narlı, nurlu, harlı ummanın. En umulmadık anda, densizliği dengesizliği yakalar, tuzla yıkar. Deniz yarı sıcak yarı soğuktur. Altı cehennem üstü cennettir. Dili ateştir, dibi buzdağlarıdır. Deniz hem yüz yıkan, hem doyasıya dayan tadındadır. Suyu eski bir su kuyusundan, dibi sızdıran kovayla çekilen su kadar tatlıdır. Başlı başına hayat. Ve istem, arzu ve meyillenmek üzerine kurgulu saltanat yan yatar, karanlık suya batar...


Deniz karpuz çatlatandır. Üstelik çam ormanları, sığ koylara saldırmıştır. Üstelik binlerce yıldır, dillerde hep ayni dırdır. Traverten kayalıklarda arsız hırlaşmalar. Ve çarpıklığın öksüz çocukları cennet ve cehennem çukurunda. Adalarda saklıdır değme hayatlar. Kuşbakışı eşsiz mağaralar. Yüzlerce basamakla inilir antik çukurlara. Haliyle en kutsalın yüzüne dokunmaktır göç. Herşeyle yüzleşmek göçünce orada gerçekleşir...


Ummanın ortası soluk sahnede anadan üryan seyirlikler. Zeus ve yarıtanrıça kızların kumrularla dansı iç bayıltır. Başlar döner ve mozaikten bir keklik çatlar. Meleklere katılmamış melikler, gagası dolu dalgalarla yarışanları izler. Dize gelmek, Adam kayalardaki kabartmalara işlenmiştir. İşlik evinde yan yana dizili çerçevelerde ise adam olamamışların sureti. Kıyı köşe nazar ayetleri. İç kabartan yalnızlık içinde, dert ziyafetine davetlilik bitince göç faslı...  


Fasıla vermeden tıka basa ziftlenmenin mükafatıdır ölüm çiçeği. Köküne umman deniz. Başkaca yeraltı dereleri, aksular. Erezyona uğramış çökük tavanlı evler. Zaten kim tanrı kim tanrıça, Damlalı mağarada cisimlenir. Göçlerle tanımlanan sessiz tarihin, renkli filmi üç boyutlu izlenir. Ve geç de olsa göç yolunda akıllanılır...


Çöl kıyısı suni göl rüyasında göçsel devrimin ilk hazzı yaşanır. Fikirsel açlık had safhada sızlanır. Robotik ayrıntılar tütsü kokulu saraylarda, geniş boş ve loş odalarda rezil geceleri üşütür. Üşür ölüm. Ve sessiz süzülüşlü ürpertiler cahil damarlarına zerkedilir. Zaman mekan ayıracında ise mumyalanmış hayatlar. Havai tuzaklar... 


Düğün şenliğiyle, düğüm sona yakın bir bir çözülür. Dünden göçe durulur. Ve o acı gülüş dolar beyinlere. Diriliş kumsallarda kutlanır. Kumdan kalelerde ölmeye yatmak vakti, kapıda cennet, akıllarda cehennem ve suya hasretlik. Sonra, sonrası yok bir damla suda boğulmak...


Su gibi akar rötarlı göç. Tek mirası kırklar konağında moladır. Doğup büyünen ve uğruna ölünecek şehir ise koca bir mezar. Başı çınarlı yasemin kokulu lalezar.  Konforlu kodeste en hassas terazi. Kaç zaman bekleneceğini hakkıyla tartar. Gelecek ise büyük muammadır, bilinmez...


Geçmiş zaman kipi seyrü seferlerde gölgelere uzanılır. Ağrıyan başlar pamuk göğüslere. Upuzun hayat iki nokta arası, cümlenin ardına koyulan üç noktadır. Umu eşi benzeri ucu bucağı yok ummana, uslanmaz denize göçe yeltenmektir. Ve göçlerden öç alır yazgısızlık...


Zenginleştikçe birileri, ziyadesiyle bu gün gibi yalnızlaşılır...

25 Ocak 2022 Salı

ENERJİ VE TASARRUFTA DIŞA BAĞIMLILIK…

ENERJİ VE TASARRUFTA DIŞA BAĞIMLILIK…


Enerjide israfın önüne geçme zorunluluğu gerçekten varken, çok mevsimler geldi geçti, tasarruf kara kışa rast geldi. Nedenleri flu, duyuru, ilan ve reklamı eksik ama enerjide şimdilik üç beş günlük bir kesinti var. Varlık darlık çıkmazında, varyemez havasında kış ortası bu kısıtlamalar, kimbilir yeni yılla birlikte vurgun üstüne vurgun yiyenlerin bastırılmış o tam bağımsızlıkçı açlığını da ortaya çıkarıverir...


Bu çıkarsama belki dışa bağımlı enerjinin de, sanayiinin de açıkça sorgulanmasını getirir. Ortalık buz kesmiş üşürken ve iç dış satım için üretemezken  bağımsızlık özlemi beliriverir gönüllerde. Yeter ki gönüller bir olsun...


Dünya ölçeğinde enerji ihtiyacı ve kullanımı uygarlaşmanın ve gelişmenin göstergesi. Ancak enerji kullanımı diğer yandan dışa bağımlılığı da önlenemez biçimde körüklüyor. İşin kötü yanı eğer, yeterli enerji kaynakları var ise siyasi ve ekonomik bağımsızlıktan söz edilebilir. Yani enerji her bir ülkenin yumuşak karnı ve can damarı. Enerji yoksa can çıkar, el darlanır. Enerji çoksa ve sahip çıkılamıyorsa ölmekten beter edilir. Zaten yapılmaya çalışılan tüm bölgesel dizaynlar, üretim araçlarının el değiştirmesi korkusu biteli beri, enerji kaynaklarının el değiştirmesi üzerine planlanıyor. Plan dahilinde

büyük sermayenin liderleri ya enerji zenginleri veya enerji gaspını iyi yapanlar. Hatta bunlar başkalarının iç meselelerini halletme yolunda demokrasi havarisi kesilirler. Halkları diktatörlerden kurtarma cambazlığıyla daha radikal diktaların kucağına iterler. Sonrası karakışta sönen ocaklar...


Enerji yoksulu olmak ve enerjide göbekten dışa bağımlı hale gelmek, petrol ve doğalgazı ithalatın lokomotifi yapar. Hele ki uygulanan enerji politikalarının yetersizliği, yüzde yetmişlere varan dışa bağımlılığı dayatır. Bu orantısız bağımlılık, bir zamanlar enerjisinin yarıdan fazlasını kendisi karşılayan konumdan, on yıllar içinde sadece dörtte birini karşılar seviyeye getirenlerin ayıbıdır. En acısı ise enerji üretiminde bile tam bağımlı hale gelmektir. Yani enerji üretilir ama üretim araç gereç ve ekipmanları dışarıdan tedarik edilir. Santraller kurulur ama yakıtı dışarıdan temin edilir. Doğalgaz bambaşka bir muamma. Her enerji hamlesi resmen dışarıya bağımlılığı pekiştirir. Öyle ki diğer emperyalist enstrümanlar güncelliğini yitirir. Ez cümle enerji emperyalizmi artık ülkelerin kaderini belirleyen ve tayin eden başlıca unsur olur.


Hal böyleyken dur durak yok, dışa bağımlılığa dur diyen yoktur. Yine de nüfusun yarısı enerji yoksulluğu içinde yaşar. Ekonominin dip yapmasıyla pik yapan fakirliğin yanı sıra enerji fakirliği hortlar. Artı kış ortası ne kadar  süreceği belirsiz kısıtlamalar ve kesintiler başlar. Nasıl ödeneceği bilinmeyen kallavi faturalar cabası...


Orta yaş aklıyla sabittir, enerji tasarrufu denilince ilk akla gelen elektrik ve ampuldür. Boşa yanan ampullerin söndürülmesidir tasarrufun başlangıç noktası. Oysa ‘gelişmiş toplumlarda elektrik en vazgeçilmez temel insan hakkıdır. Ve gelişmiş toplumlarda elektrik ucuz, sürekli, kaliteli, herkesin kolayca ulaşabileceği koşullarda ve güvenilir biçimde sağlanması gereken bir kamu hizmeti’ olarak adlandırılır. Ayrıca ‘enerji’ özelleştirme kavramı içine alınmaz ve kamu tekelinde tutulmaya özen gösterilir.


Öz olarak  odalarında, evlerinde, meclislerinde

saraylarında,  boş duylara takılacak ampulleri bile üretemeyen bir sona sürüklenilir. Ampulde bile dışa bağımlılık. Ampul üreten tek fabrika kalır o da montajcı otomotiv sektörüne hitap eder. Alt tarafı bir ampul deyip geçilemez. Çünkü elektrik enerjisi tasarrufunda ampulün rolü çok önemlidir. Akkor lambalardan Led ampule yolculuk derinlemesine izlendiğinde, ampulün önemi iyice ortaya çıkar. Uzmanlar; sadece ampul değişikliğine uyarak aydınlanmanın, dünyadaki enerji tüketimini yüzde kırk oranında azalttığını söylüyor. Tam iki yüz milyar euro civarında bir kazanç. Bu kazanç eskiyen her ampulün değiştirilmesinden geçiyor. Ancak ampul sektörü de dışa bağımlı ve ithalatçı olunca, israfı önlemek için tasarrufu da satın almak zorunda kalınıyor...


Kısıntı, kesinti derken ceryan çarpmasının bir şekli de bu olsa gerek; enerjide ve tasarrufta dışa bağımlılık…

24 Ocak 2022 Pazartesi

SANATÇIYA ÖVGÜ, SÖVGÜ GİRDABI...

SANATÇIYA ÖVGÜ, SÖVGÜ GİRDABI... 


On yıllardır programlı saçılımlarla ulusal değerleri yok sayma işinde iş, geldi çattı sanatçılara dayandı. Hatta bir zamanlar övgüye değer bulunanlar bile, muhalifliğin mimini gösterince sövgü bazlı değersizleştir ve kurtul operasyonuna uğradı. Anlaşılan daha birçoğu bu güncellemeden nasibini alacak. Devlette ilk adım atıldı...


Bugünden sonra sanki bir şekilde sanatsal özgürlük sınırlandırılarak mevcuda muhaliflik yok edilecek. Sövgü girdabı sanatın belirleyicisi olacak. Olmazsa tarihle sabit; sanat, sanatçı dertop edilip tektipleştirilecek, derdest edilip bir yerlerde konuşlandırılacak. Sanatsal özgürlük alabildiğine hırpalanacak, sakın ha sakın günleri kapıyı çalacak. Böylece ister istemez dillere susturucu takılacak, ölümcül marjinalleşme havası ağır basacak. Oysa sanat öldüğünde, özgürlük hiç bir alanda baki kalmaz. Ayrıca ödülü mödülü yok bu karanlık girdabın, sadece övgü yerine sövgülerle boş kıta sahanlığına yuvarlanma var...


Anlaşılan o ki kültür ve sanat ifadesi resmen ifadesizleştirilecek. Halka direkt sanat yoluyla ulaşmanın, halka sanat ulaştırmanın önüne devlet eliyle aşılması zor barikatlar kurulacak. Bu açıkça sanattan beslenmeyin demek... 


Demek ki bundan böyle mecazi miğferleri delen her aksi düşünce, aşırı delici ve sakıncalı farz edilip tırpanlanacak. Ve topuzun topu sırayla sırası gelene değiverecek. Haliyle sanatın aşkla ölümü ve sanatçının aşkla direnişi arasına sıkışacak sanat ve tüm sanatçılar. Şu bu derken de hemen herkes…


O halde on yıllardır her aşamada belli kafaların ayıklanmasını sessizce izlemek ve çözümü salt birilerinin emr-i hazinesine bırakmak bir an evvel bırakılmalı. Hele sövgüye hoşgörü kesinlikle. Çünkü

bu edilgenlik yakın gelecekte, dost meclislerinde gülümseyerek mırıldanılacak bir mesele olmaktan çıkacak...


Şimdilik parsayı toplama peşindeki çiğ süt emmişler, takvim yapraklarından şu süprüntü günler koparıldığında hepten yalnızlaşacaklar. O vakit belki tekrar özgür sanat fikrine saplanabilirler. Ancak nafile. Bugünkü kısır döngüde sanata darbeyi ve sanatsal çözülmeleri hazla, ensesi kalın huzurla övenler, paça tutuşunca ne kadar dövünseler de hesap tutmayacak. O gün gelip çattığında sanat aşkıyla yanıp tutuşmak, ahlanıp vahlanmak para etmeyecek...


Adap edep makamında sanata övgü yerine sövgü sınırsızlaşınca, birileri bir şekilde sanata sınır koyulduğunu zannedebilir. Ama asıl sınır, sanatçıların yüreğinde ve beynindedir. O sınır sonsuzluktur...


O sınır, asla hasbel kader yönetenlerin uhdesinde değildir...

22 Ocak 2022 Cumartesi

NEREDE LETAFET? NEREDE HİTABET...?

 

NEREDE LETAFET? NEREDE HİTABET...?

 

Tam bağımlı hale getirilerek baştan bitirilen devlet, devamla temsili ve sosyal çerçevede ciddiyetsiz oynamalarla, şaşalı şaibelerle, peş peşe ucube kararlarla tel tel döküldü. Hele son on yıllarda devlete sızmış veya sızdırılmış, sızıntı dinci teşkilatlar ve teşkilin tescilli ile devlet aklı hepten karışık. Ve mevcudun karşıtlarına kallavi cezalar yağdıran bir karanlık dünya yaratıldı. Şimdi de pespayeleşen bir dille letafet arayışı, ucuz kitabete dayalı hitabet anlayışı. Devlet adamlığı resmen kayıplarda…

 

Kayıplarda çünkü dinci elekten geçirilip otomatikleştirilen, elalem boyutunda elektronikleştirilenlerin devlet adamı seviciliği yarılandı, seyircisi azaldı. Başı ve gövdesi yaratandan başkasına eğilmezlerin, mevcut arsız düzeni günü gelip yıkacağı korkusu karanlık salonları, loş koridorları arşınlıyor. Köşkün sarayın pahalı mozaik taşlarına çarpan tatminsiz dalgaların sesleri derinden duyuluyor. Hala zamlarla zumlarla üç otuz paraya düşkünlük dayatılıyor. Oysa emeksiz adamdan sayılmalar düş olmaya yakın, emekli olunca küçük bir sahil kasabasında küçük hatıraları karalama faslına ise çok uzak.

 

Küçük güdük anılar ama devlete vebali büyük. Faşizan dinci tezgâhlarda güdük kafaların uydurmalarıyla uydulaştırılanların, arzuları ve zayıflıkları, cahil cühelaca ileri sürdükleri, hain planlarının topluma yansımaları, nice eğerlere, yoğun keşkelere ve partizanca iç edilen değerlere bedel. Kesin sonucu yerli ve milli boyutta toptan berhava olma hali. Sona yakın çırpınışlar ve çabalar da nafile. Ne fayda çünkü çaplı ve çaprazlama soruların yanıtları verildiğinde direkt veya endirekt, dinci teşkilatlanmanın ağa babalarına ulaşılır. Bu çeteleşmiş köhne dincilik ve dibi başı oynar kadılık, şimdilik edep yahu serzenişlerini bile suçların şahı sayacak düsturda işlese de her şeyin çetelesi tutuluyor. Devlete büyük veballer yükleyen hiç gereksiz tavırlanma ve sivri dille kibirli edalanma hem yakışıksız hem de devlet adamı ayıbı. O zaman soru şu; Nerede letafet?  Nerede hitabet?

 

Cevabı yok, devlet erkanı mertebesinde çetin dalgalar ile dalga kıranlar arasında resmen limansızlık, resen imansızlıklar var. Yegâne amaç sanki ortak aklın kullanılmasını geciktirme, iktidar kaybını bir süre daha erteleme. Takınılan ürkütücü üslubun zamanla her bir şeyi eriteceğini bekleme. Malen ve manen yıkımı, kırık dökük dinci hayallerin batışını geciktirme. Uğrulara uyduruk manzaralar dizme diyarında, mağara ağızlarına denk gelen dev kayaları aşındırma girişimi…

 

Ancak tüm eksikler gedikler ortada, anlamsız ve hiç gereksiz tapınmalar açıktan açık. Jimnastik ehlinden sayılma güncellemesi ayyuka çıkmış, hırs halis genleri de bozduğundan moral değerler çökmüş. Ancak sessiz çoğunluk ayılma aşamasında. Gün geçtikçe yerel akımlar genleşiyor. Omurgasız oynaklığın ulaştığı ciddi boyut, belirsiz kavgalara ve bilinen savaşa savrulmalarda. Bin bir gizem, binbir temkinsizlik, binbir dert, alınan tek tedbir makamsızlaşmamak…

 

Cümlesine cevap en üst makamdan; … “Onların öyle kalpleri vardır ki anlamazlar. Öyle gözleri vardır ki göremezler. Öyle kulakları vardır ki işitemezler. İşte bunlar hayvanlar gibi hatta daha şaşkındırlar. İşte bunlar hep o gafillerdir.” …

 

Gaffe ile gaflet arasında bocalayanlara tek soru; Nerede letafet? Niçin bu hitabet?

21 Ocak 2022 Cuma

JURNALMATİK...

 JURNALMATİK...

 

Yakın tarihi damardan damgaladığı bilinen öylesine karakızıl dönemler var ki, bir daha hiç yaşanmaz sanılır. Ama öyle bir yaşanır ki; ve ara dönemler yine jurnalistlere kalır. Yani yüksek karla kurlaşan, kan kusturan keskin dönemeç ürünü jurnalcilik, her an hazır ve nazırdır…


Hazırı yiyici, hınzır imparatoryal düzeneklerin neredeyse tamamı resmen jurnalle işler. Mitolojiden saçılanlar, yakın geçmişe dadananlar, yürek paralayan yaşanmışlıklar açıkça jurnalmatiği işaret eder. Taca tahta, posta puşta karşı çıkanlardan yığınla kelle alan bostancıbaşılar, kara kukilatalı cellatlar bu faşizan mekanizmanın otomatiğe bağlanmış şehir kaçkınlarıdır. Aynı şehirde kaç şehir üstüste yaşıyorsa yaşasın hiç fark etmez, yönetsel piramit en alttan en tepeye salt jurnalle pik yapar. Dip ile pik arasında, hit ve mit diyarında böyle yürür saltanat. İt ürür kervan yürür denir ve jurnalistler daima mükâfatlandırılır...

 

Saltanat kayığına binen veya bindirme kıta jurnalistler, çalakalem listelenenler hakkında jur bulmak içi yarışırlar.  Bulamayanlar nal toplar. Bu insafsız, kuralsız, ihbar ve istihbarat düzeneğinde imbikten suç süzenler ise tarihin arka sokaklarında altın varak toplarlar. Epey acayip sırnaşıklıkla ve asla ilerisini gerisini düşünmeden üste adam geçmenin, üstelik jurnallenecek adam seçmenin tek versiyonluk ürünüdür bu karanlık formasyon. Kafaya taktığını takip, insanı insan eden, insanlığı var eden temel değerleri bir kenara atmak ve rahat geçinmek köşegenli bir şeytan üçgenidir bu hain format. Yani formaliteden forslu hayat tarzına ilaveten

göz önündekileri fonla, kollukçulara pazarla ameleliğidir fondiplenen...

 

Ezelinde ebedinde hiçlenen ise sahte milli pozisyonu korumak bir yana kusurlu mevcut ortama uydurulan yeni milli pozisyonlar yaratmaktır. Bir kerelik babında başlayan gambazcılıktır tavan yapan. Resmen itibarla oynama ve resmi dik duruş zaafıdır zarflanan. Açıkçası resmiyete dik duruşun cezalandırılmasına, koftiden kılıf bulma marifetidir jurnalistlik ve jurnalmatik taktiği... 


Takat kesen, asla affı olmaz cinsten katışıklık, cinsine cibilliyetsizlik katılmışlık göstergesidir. Sağlam bağların çözülmesini yücelten, yüksek bağlantılı arzuların rotu çıkmışçasına göze adam kestirme aracılığıdır jurnalcılık. Hiçbir zaman iyi düş göremeyenlerin arada bir gördüğü kötü düşleri bile çağa çivileyen kısır döngüdür jurnalmatik...

 

Bu karakızıl dünya düzeni yığınla kötü karakterler yaratır. Ve bir anda ne despotikler, ne apolitikler türer akıl sır ermez. Demokrasiden doğma ne diktatörler vardır asla jurnale doymaz. Diğer taraftan despotizmden ne demokrasiler doğar bozmaya yasal döngü yetmez. Sonra yine yeni tiranlar hortlar. İşte milletin ve memleketin üstüne çullanan her kaos bu çürük çarık jurnalcileri, jurnalciliği, jurnalistliği otomatikman devreye sokar…

 

Sokma akılla uygulanan program ise şudur; Saf milleti safsatalar ve dolduruşlarla efsunlama ve birbiri peşine salma. Yanılma ve yanıltma perspektifinde lafta icraat panayırında figüranlık. Kraldan çok kralcı, diktatörden fazla diktacı, sultandan daha sultacı jurnalatör figürler peydahlama. Peylenen ise kökü tarihte gizli organizelik, şekli şartıyla kepazelik, resmen  şarki hizmetçiliktir. Yani çok tuhaf bir iştir, insanlık belgesinde nice delikler ve gedikler açan jurnalistlik. Toplumcu söylemle açıklanamaz bir alacakaranlık kuşağıdır ve otomata bağlanır. Resmen ortaçağvari cadı avıdır yaşanan ve yaşatılan.. 

 

Kurunun yanında yaş bazlı sıkı rejim dayatması ve belge harici demokrasi kısıtlamasıdır jurnalmatik. Gölge takibi ve  gölge oyunuyla canlanan, harbiden muhakemesi suni, sunusu yalan yanlış, sonu ise resmen aldatmaca düzeneğidir...


Salt düzen karşıtlarını jurnal, tarihin ayak izlerini iyi takip edemeyişin plastik damgasıdır. Monarşik düzen labirentinde, oligarşik sistemin çıkmaz sokağında, çakma demokrasi girdabıdır. Zaten suni denge bir kez şaşınca, duygu ve inançlar objeleşince jurnalatörler tarihin en eski ve en kısa ömürlü mesleğini mütemadiyen icra ederler...

 

Ancak yollar bir gün mutlaka tarihin o karakızıl dönemleriyle çakışır. Açık hesaplar kapatılır. Üç nokta koyulur; Yol uzun, yolcular damardan damgalanmış kuru yaprak misali, jurnalmatik resmen kuşak israfı...

15 Ocak 2022 Cumartesi

SAVAŞ YILLARI VE BÜYÜK BUHRAN...

 SAVAŞ YILLARI VE BÜYÜK BUHRAN...


Dünya ekonomisini batıran '1929 Büyük Buhran'ı ülkelerin İkinci Paylaşım Savaşı'na yönlenmesine neden oldu. Bu kaotik ortamda asıl mucizeyi gerçekleştiren ise dünya buhranından ve savaştan akılcı hamlelerle sıyrılan yeni kurulmuş malum devlettir. Dünyanın o dönemki siyasal ve ekonomik tarihine ciddi veriler doğrultusunda, objektif bakılırsa büyük mucize açıkça görülür... 


Küllerinden doğmuş bu yeni devletin buhran yılındaki bütçesi 224 milyon lira. Uygulanan sıkı önlemlere karşın bütçe, 1933 yılında 205 milyon liraya, ihracat ise 155 milyon liradan 96 milyon liraya kadar geriliyor. Cumhuriyetin ilk yıllarında Türk Lirası, doların üzerinde işlem görmüşken 1929 yılında 1.95 seviyesine "Büyük Kriz"de 2,12'ye yükseliyor. Bu ani artış 1929'dan 1935'e kadar sürüyor ve dolar yeniden düşüşe geçiyor. Hatta 1935'te 1,25'e kadar geriliyor. Savaş sonrasına kadar bu seviye korunarak, Dolar 1,31 liraya sabitleniyor...


Bir kalemde geçilmesi zor, kapsamlı fiyat listelerine göre 1930 yılında; "1 kilo koyun eti 50 kuruş, 1 kilo dana eti 32 kuruş, beyaz peynir 47 kuruş, kaşar peyniri 91 kuruş, tereyağı 116 kuruş, kahve 90 kuruş, bulgur 18 kuruş, fasulye 13 kuruş, mercimek ve nohut 9 kuruş, zeytinyağı 43 kuruş, zeytin 23.5 kuruş, sabun 33.5 kuruş, pirinç 27.5 kuru, makarna 24 kuruş, tuz ve bir adet ekmek 8 kuruş, 1 kg. kömür 2.5 kuruş... " Hatta hayat kaynağı gaz, tuz ve şeker de kolay erişilebilir fiyat düzeyinde. Diğer kalemlerden devamla...


Tekel Ürünlerinden: "Kulüp Rakısı 140 kuruş, Altınbaş Rakısı 210 kuruş, Yeni Rakı 105 kuruş, Kanyak 140 kuruş, Votka 126 kuruş, Marmara Şarabı 50 kuruş..." Ayrıntıların devamı da huzur verici...


Ayrıca Büyük buhranla birlikte ekonomide devletçilik ilkesi uygulandığından 1929 yılı milli hasılasında sanayi kesiminin payı % 9,9. Bu pay 1933 yılından itibaren % 18,3’e çıkıyor... 


İşte salt bu oran göz önüne alınsa bile Büyük Buhran ve peşinden yeryüzünü kana bulayan 2. Dünya Savaşı'na rağmen bu uzun dönem mucizevi şekilde bir sanayileşme dönemi. Çünkü genç Devleti idare edenler ekonomik buhrandan ve savaştan devletin ekonomiye müdahalesi ile çıkılabileceğini öngörüyor. Ve öngörü resmen tutuyor... 


Böylece İkinci Dünya Savaşı paylaşımında kenarda bağımsız ve barışçı kalınarak devlet içte yıkıcı ekonomik hasara uğramıyor. Olası dış hasarı gidermek için de Halk Partisi iktidarı, on beş yıl belli seviyede tutulan doları hemen savaş sonrası 1946'da %100 artışla 2,80 liraya devalüe ediyor... 


Kısıtlı olanaklarla devasa yatırımlar, kuruluştan 1946'ya yapılan her şey bir anda unutularak, hatta büyük buhran ve dünya savaşı görmezden gelinerek, dolar artışına başka suni nedenler de eklenerek ilk seçimlerde fatura Halk Partisi'ne kesiliyor. Ve 1950'de Demokıratlar iktidarı alıyor..


Devlet ve millet için kimilerine göre çok kötü, birilerine göre iyi gelen dönüm noktası veya kırılma noktası işte bu iktidar değişikliği. Çünkü yeni dünya düzeninde DP ikili, gizli ve özel anlaşmalarla alenen tüm dış politika tercihini Amerika'dan yana kullanıyor. Hatta küçük amerika olma hevesiyle sınır ötesine, Uzak Asya'ya asker gönderiyor. Marshall yardımı başta olmak üzere, bedeli çok ağır yığınla sözde yardımı kabul ediyor. Böylece dış bağımlılık arttıkça artıyor. Devlet popülist politikalar ve sırf enflasyonla yönetilmeye başlanıyor. Öyleki DP iktidarı biriken sorunlar yüzünden 1958'de %321 oranında devalüasyonla doları 2,80 liradan 9,00 liraya yükseltiyor. Ve işte bu devalüasyon sonun başlangıcı oluyor...


Büyük Buhran ve Dünya savaşı dönemlerinden, faizleri yükseltmeden, dövizi Merkez Bankası’nın çabaları ile sabit tutarak, işsizliği artırmadan, her yıl geçmişten kalan dış borcu da ödeyerek, Tam Bağımsız kalarak, Savaşa girmeden, borç batağına düşmeden, sadece şartlar gereği ekonomik küçülme göstererek ama sanayii büyüyerek çıkan Devlet bir on yılda resmen dağılıyor.


İşte bu gün açıkça o beter dağınıklığın devamı berbat atmosfer söz konusu. Nedense hala buhran ve konu komşu savaşlarından beslenen, bir acayip rol benimseniyor. Devleti Milleti bunaltacak seviyede fundamantalist çerçeveli enflasyonist ekonomik politikalar uygulanıyor...


Sona yakın ise lafta dış kaynaklı buhrana karşı savaş verildiği pompalanıyor. Ancak acı reçete yine geniş halk yığınlarına yutturuluyor. Soru bariz, bu sığ anlayışla nereye kadar?

10 Ocak 2022 Pazartesi

ON OCAK GAZETECİLİĞİ...

 ON OCAK GAZETECİLİĞİ...

 

Nice ocaklar söndü bu uğurda, bu yolda, bu yolculukta. Her şeye rağmen On Ocak Çalışan Gazeteciler Günü, çalışanına çalışamayanına kutlu olsun...

 

Kutlu bir iş ama hayata gazeteci olarak devamın en zor günleri. Yerelde başka, genelde bambaşka zorluklar var. Hem başka bir işi lokomotif yapmak gerek geçime ve gazeteciliğe. Hem de gazeteci olup geçimsizlik çıkarmamak gerek. Aslında gazeteci kalmanın tek yolu gazeteciliği yok sayan ve silikleştiren sisteme, sistemli karşı koyabilmek. Zor ama doğrusu bu. Çünkü kimin kayığına binerse onun küreğini çeken gazetecilikle bir yere kadar. Yani Gazeteci, mazeteci olunca bildiğini, düşündüğünü ve gördüğünü açıkça yazmaktan kaçınır. Böylece salt magazinel sansasyon peşinde, sistemin izni ölçüsünde meslek icra edilir. İşte bu yüzden gazeteci, ileride hesabını veremeyeceği karanlık girdaba düşmemelidir...

 

Belki düş ama gerçek, evrensel gazetecilik ilkeleri doğrultusunda özgür ve çağdaş bir dünya için, o dünyanın kurulması için kalem oynatmak gerek. Bu dördüncü kuvvet olma gereği ama gerçekten yürek işidir. Yani onurlu ve dik duruşlu, kalemi kılıçtan keskin gazetecilik şimdilerde korku tünellerine hapis. Bu tutsaklık vicdan ve adaletten uzaklaşmanın ve gerçek hayattan kopmanın da birebir göstergesi...

 

Yaşanan öyle bir hal ki, kamuoyunun bilgilenmesi ve aydınlatılması için her türlü şart ve durumda mesai harcamak nafile görülüyor. Yani gazetecilik ocak tüttürmez bir meslek oldu gibi. Elbette gazete şart, gazeteci şart. Böyle söyleniyor ama çalışılabilir ortamlar daralıyor, yetkiler ve yetkinlik kısıtlanıyor. Haliyle görseli göstermiyor, yazılısı da yazmıyor. Gazeteciliğin yerine kalemşörlük modası yaygınlaşıyor. Tek seslilik prim yapıyor. Tek renk dayatılıyor ve çok seslilik tarihe karışıyor...

 

Yine de bir On Ocağa daha erişmek ve görebilmek güzel. Çünkü gazeteci, her şeye rağmen haber alma hürriyeti başta tüm hakların teminatıdır. Takipçisidir…


O yüzden dip pik arasına hapsolmuş ibretlik durumların tamamına, içinde ayarlı ayrıntılar gizli, ağır edebi, ince eleyip sık dokuyan, belki de karakolda bitecek, bilahare Silivri’ye selam gönderilecek, politik formatta yazılara devam edilecek sanki. Yani tam da yaz gazeteci yaz yılları. Çünkü millet deyim yerindeyse can çekişir halde. Gerçekten gazeteciysen, gel de yazma...

 

Duymayanlara duyurulur…

9 Ocak 2022 Pazar

AH VAH, AH MAH, MAHLÛK VE MAHLÛKAT…

 AH VAH, AH MAH, MAHLÛK VE MAHLÛKAT…

Ahlar vahlar arasında mahvoluşa, ahalinin mahvına sebep olunduğunda, ah almayan mah kalmaz. Çünkü düstur bellidir ve mahlûk veya mahlûkat hiç fark etmez topu aynı tondan, forslu fondan beslenir. Diğer yandan tekmili birden, tabiiyeti ve tabiatı mahvedendir. Kısacası mahlûkatın cümlesinde bu utku zayıflığı vardır. Zamanla nutku tutulmuşluk ve utanmazlıkla arzulanır mahluka. Hem de eşrefi mahlûkata hiç yakışmayan, üzerine delibal gibi yapışan mahlûklukla...

Politika polenlerine ve piramid asansörlerine bulaşan da bu habisliktir. Ağaran ah mahlıktır ve bu mahluksu arıza, mahlukatlık maraza, resmen dünyevi mahabisliktir. Ortaya çizilen karanlık manzara ise resmen politikal posadır.

Özlenen manzaraysa medeniyeti cihandır. Tarihi güncelleyerek geleceği dirençli tohumlamadır. Sürekli başka baharlara bırakılsa da günceden güçlenen, umut tohumları yeşertisi, mukadderatı hayatiyedir. Haysiyeti teslimiyedir. Yani mesele biteviye devasa bir açlıkla mahlaslı yalnızlığı bitirecek faslı başlatmaktır. Erişimi eytişimi, eylemi söylemi ortak hafızaya bağlı kalarak tabloyu yenilemeye dönük mutlaktır...

İzansız, imansız muhakat de bir yere kadar. Muhakkak manzarayı muhabbeti hafife almamak lazım gelir. Mahlukatı harbiye arıdır, harbı sulhu bin bir geceli anıdır...

“Arastada arılar balmumunu bala bular. Kukumavlar tüner kartal tepelerine. Kargalar sokar burnunu leylek bacalarına. Guguk kuşu çalar saati vurunca, vakti gelir, kırlangıçlar göçe durur. Memleket semasına öç bulanır, göç belenir. Kılavuzlar perperişan, mahluk mahlukatı kana bular. Pembe pembe pamuk bulutlar asılır göğe, tadı gülşeker..."

Ağlanası hallere güler gülbeşeker ama aranılan an, arı gibi çalışmak anıdır. Kötücül ruhları uykusuz gecelere kovalayarak, dünyayı ağırlamak zamanı. Zaman kuytulara saklanan saksağan yavrusunu, yedi başlı canavarın elinden alıp kurtarmak zamanı. Çaba insan olmak, cabası mahlûkattan ayrılmak, kaplumbağa hızında ama çelik iradeyle her dem medeni kalmak. Al dal, il ilan, yıl yılan, yalan dolan, talan kolan tanımaz adamlık. Mahlûkat başka mayadır. Mahiyeti dil altında pırlanta yüzük. İnsani maharet başka hikâye...

"Hikâyede yolu şaşmış koçbaşı, kör köstebeğin izini sürer. En kötü anda kös kös toprak yığınını deler durur, yol açar kör kara yarınlara. Kor donguz rumuzlara. Ruhsuz aç kurtlar, en çetin yavrusunu yer ululanır. Kılıksız kurtlardan ürker dor atlar. Dere tepe çakallarla tepinir. Kırbacın ucunda yıldız simgesi. Kızıl yumruklar şakaklara şaklar, saç tellerine düşer bir gecede aklar. Uğursuzluğun simli simgesi kara kedilerin içtiği ak sütten arta kalan, süslü sinler farelere tül kanat taktırandır. Ve kartal kanadının mürekkebe batırılmasıyla şekillenir bahar. Her sonbaharda açar panik atak çiçekleri. Maziye süzülür allı turnalar. Tavus kuşunun kuyruğunda gökkuşağı. Aklı olana arıtılmış manadır, arı kovanları...”

Hayat işte resmen arı kovanı gibidir. İştahla işler. Söylencelerde anıların yitirilmesi ile ilintilidir şölen. Asıl suçlular umursamazca bölen. Hayahuy horon tepilir, halay çekilir, sular çağlar, allı kuzu kuzinelenir. Kuzgun ölür ve çatlak ağaç gölgelerine çekilir kayıp zaman. Denizler kararır…

“Denizde yüzen balıklar, ümidi içer solungaçlarından. Sırtındaki pullardan ve kullardan beslenirler. Ansızın pır diye uçan taklacı martinlerin narin pençelerindeki muştudan heveslenirler. Yeryüzüne yağan ateş, herkes bilir ama yağmasıdır. Her şey yengeç kıskacıyla, örümcek ağında gizlidir. Akrep avusu sahlepe tarçın kokusudur. Deniz ötesi hakikat budur...”

Hakikat ihmali, izahı bit kadar, kanlı canlı çarpan algıdır. Pergula temel olgudur. Geniş pergeller çizen uçuç böceği bile sevilmeyi bekler, sevildikçe sevimlice uğurlu kanatlanır. Hakkın yolunda üçhu dualanır. Dayanır evren kendi çeperine kasıp.  Çepeçevre çevrelenir kasıp kavuran devri heyelan.  Volkanik dağlar dağılır…

“Sıradağlar cüceler ülkesinde devler yükseltisidir. Yükselen balmumundan heykellerdir. İç dış bükeyi, büyüklük düzeyi akla zarar hülyadır. Akıl kayar balmumundan heykellere. Deve, dev cücelere midilli hediyedir. İlla ki istiridyeler içindeki inci birinci, midyeler kızgın tavada incidir. Denizde yaşar, ormanda soluklanır yaslı nur, yasaklar akla sur. Velhasıl sinsilesine asıl mesken kara topraktır. Toprak altında kırık tarak, üstünde altın varak. Varak üzerinde minarelere layık mahyalık yazı…”

Yazı kışı altı üstü ince belli bardak, içinde kan kırmızı sıvı. Millete eskiden beri aynı mit. Teneke tekeller tepegözden izler dünyayı, mahşeri mahlûkatı. Mahsusat her mahleye mahsustur. Rahleye turun ucu açıktır. Açısı kapısı bir, asırlık birikim bir anda yerle bir. Artısı eksisi arılardır...

“Arıların kaybolması ile ilintilidir hayat. Anıların kaybolmasıyla ekmeğe ve denize tekne devrilir. Damlardan deli bal dökülür. Gökten abıhayat süzülür. Yalancı burunlar düşer. Hangi eşek inadına anırır, hangi horoz zamansız öter, fazlasıyla mumlar söner. Filanca zamandır diye açıklanır savrulan ekmek kırıntısı. Acıdır kükreyen aslanın sismik hali. İçin için niçin pusar, postlar anlamsızdır. Cevapsızdır kıymık batan kaplan gözü. Kaplan hayatla haplanır. Bayram üstüne bayram kutlanır. Maymun hep üç maymunu oynar. Geyik, karaca, ceylan sekisini kaybeder. Şebek şekerler, sincap topallar, hicap tepelenir. Ufka değin mahlukat toplanır…”

Kayıp dünyanın demir kapıları erir, balmumundan bal ormanın bağları çözülür. Bal küpüne gömülür arılar. Yüreklerde kapanmaz yaralar yanar, açık yaralar daha açılır, solar meralar, derin kazılır mezarlar. Maya tutmaz. Aşı tutmaz. Şans gülmez. Ve bir yudum suda kuraklık başlar…

“Kuraklık kudurunca, ince zar kanatlı kelebekler uçar özgürce. Özgürlüğe ağlar çoban köpekleri. Ağlar sahipsiz köylerde kethüdalar. Koyunlar kuzular meler. Tazılar avını kovalar. Kıtlık yakadan yakalar. Yokluk ekinlerde başaklar. Silolarda darılar sellenir. Yer sallanır. Gök yarılır. Mahva yakın, mahlûklar pürdikkat kesilir. Mahlûkat aç ve çıplak kalır. Dergahlarda muk kurur, kalp yanar. Mukadderat demeye yakın dera seli. Kurak iklime dere tepe yayılan garibanlara, yine kurtarıcı beklenir..."

Bekleyen derviş mutlaka muradına erer. Bir lokma bir hırka misali. Dört dörtlük bir dörtlükte gizlenir ah vah, ah mah serüveni. ‘Can çıkar huy çıkmaz, Bir garip çıkmış diyeler…’

“Diyesi orak ayında direngisi oynak bir sondur hasatlanan. Bir elde masat, bir elde çekiç işler kesat. Eldelenen sonuç, bıçak sırtı bir hayat. Budur koca yalanlarla sahnelenen sırat. Mahşere yakın kokarca garabetiyle yüzleşilen, şehri vuran kaybediş. Mahluka, mahlûkata dair tırpan. Serçeler, sığırcıklar, kanaryalar iki parça. Kanar kehanet. Sinmişlik, bitmişlik, yitmişlik, öküzgözü bilgeliği. Bilgiyle orantılı gelmişlik, gitmişlik, gelecek özünde insanlığa özgü. Özgürleştiren kazanımlara, kara öyküler kör sağır. Soğuk soluklara sığınır mahlu mahlukat…”

Dünya malı dünyada kalır ama mahluku, mahlukatı çarpan rüya devlet malı deniz misali. Mesela mahva yakın köprüden önceki son çıkışta, panayır ve panzehir takipçiliğiyle hak görülür mahlûkata paylaştırılan. Anılarda acı yarıştırılan alemde, toprağa yayılan berekettir yaylaların buzlu suyunda titreyen kan. Bodur ağaçlı bitki örtüsünde emrivaki eyvan. Ayvanlarda ah vah…

Ahuvah, kovanları dolduran arıların kılavuzluğunda ölür, ölüm. Ah vah günlerinde er geç başlar değişim. Mahluk mahlukat alemine doğar, Doğan ve sınır ötesine sırınır nişanı mahlas. Destur, ‘Derdo, kimseye kalmaz garipler dünyası’…

7 Ocak 2022 Cuma

DERYADA DİBİ DELİK FERİBOT YÜZDÜRMEK…

DERYADA DİBİ DELİK FERİBOT YÜZDÜRMEK…

 

Hırçın dalgalı kara denizde dibi delik feribot yüzdürmek, fukara avuntusuyla ‘hiçbir şey olmaz, kabaran akköpük sular bize dokunmaz’ hayalidir. Hatta ucuz kahramanlıklarla haybeye cesaretlenmektir. Cahil cesareti deniz deryadır ama tahta, demir ve çelikten ibaret feribot, eğer dipten su almaya başladıysa eninde sonunda yan yatar. İşte bu daima unutturulmak istenendir. Hemde deryada tek başına veya denizde kıyı boyu seyir hali hiç fark etmez. Feribot küpeşteyi saran sert pik dalgalarla dakkasında su küpüne dönüşür. Gecikilmiş tahliyeye başlanır ama hortumlar ve filikalar yetmez. İçerdeki su yarım metreyi bulunca da koca feribot kaşla göz arası batar…

 

Benzer batış süreçlerinde her kaptan kötü sonu bile göre “endişeye mahal yok, manasız telaşlanmayın bu feribot dünyanın en güçlü, en büyük ve en dayanıklı feribotudur. Küçük bir mesele mevcut, hemen şimdi halledilir…” nakaratını sarfeder. Eğer boş ve yatıştırıcı bu nakile toptan kanılırsa durum an ve an faciaya dönüşür. Defedilemez felaket fırsattan istifade en alttan üste kamaralara doluşur...

 

Eğrisi doğrusuyla kaptanın üstelemelerini ilahi gerçeklik sayanlar hatta çoğunlukla kaptan bile pik dip sellenişinde feribotu en ilk terkederler. Batan gemiyi en son kaptan terk eder lafı koca bir yalan olarak göğe asılır. Kaçış esnasında ciddi uyarılara hiç kulak verilmez. Hiçbir mantıklı öneri duyulmaz. Sanki bir sendrom vurmuştur akılları, zihinler durur, bedenler eylemsizleşir. Bu zevat için tek eylemlilik canhıraş tahliyeyi bizzat yaşamaktır. Sonra feribotun derin maviye gömülüşünü kara film izlercesine heyecanla izlemektir. Oysa bu öylesine kara bir tablodur ki yürek dayanmaz...  


Dahası sudan yatakta yalpalanırken, modern deniz seyahatleri tarihinin asla unutulmaması gereken olağandışı büyük faciaları hiç akla getirilmez. Kiralık akılla okyanusları delen havada, peşpeşe sıralanan geçici psikolojik rahatlama bahaneleriyle biran evvel dibi delik çelikten tabuttan kaçılır. Ama asla kaçış yoktur, buzdan sular kaçakları adeta kutlu sona hazırlar yani ölüme...

 

Ölümden öte köy yoktur sarmalında sonsuza erişmeye bir kala, feribottaki delik içten dışa yırtılır ve daha da  genişler. Yanısıra yumuşak karında bambaşka çatlaklar, sıska gövdede yesyeni delikler oluşur. Mevcut su oranı ortalamanın üzerine tırmanır. Aksuya kirlipaslı makina yağı karışır. Yozyobaz yağcılık çoğalır. Ölümcül yoğunlaşmayla birlikte feribotun dibi, en iç dibi, bordası, güvertesi, perdeleri, üst yapıları takviyeleyen panelleri, profil eksenleri, yani diklemesine neyi varsa artık dik doğrultuda direnemez. İskele sancak, kıç baş, rüzgâr üstü, kapı baca haddinden fazla bulanık suyla dolar. Total su miktarı yükseldikçe tahliye işlemi de zorlaşır. Maddi manevi mukavemet azalır. Dibi delik feribotun yüzebileceği sığ sularda olunsada çark işlemez. Deniz dibi temas yakınlığına geçişle dahi mesele çözülmez. Son tahlilde kurtuluş için karaya oturtma da gerçekleştirilemez. Yani bir kere yan yatmaya görsün, dibi delik feribot dakikalar içinde körkaranlığa batar, saniyesinde gözden kaybolur...

 

O feribot ki, dünyanın en çetin, en tehlikeli, en akıntılı denizlerinden, görüş mesafesi en kıt buğulu derin sulardan geçip gelmiş olsun hiç farketmez. Tam kara göründüğünde dipten su almaya başlayınca makaralar hızla ileri sarar. Dibi delik feribot sendromu tüm mürettebatı ve deniz yolcusu ahalinin tamamını olmasada bir kısmını etkiler. Karabasan kabusu görenler ve ağır uykudan kalkanlar dışında kimse mantıklı açıklamalar duymak istemez. Duysa da aldırmaz. Çünkü onlara yıllar yılı resmi ünvanlara ve kaptana aşırı güvenme aşılanmıştır. Bütün davranış şekilleri protiplenmiştir. Ancak durum gittikçe daha da ağırlaşıp, ahval gerçekdışı bir boyuta evrilince seyir defterine, "Denizde çok acayip bir fırtına başladı, nuhötesi bir tufandı. Çok talihsiz çarpışmalar, tarifsiz batmalar atlattık. Risklere alışkındık ama bu en beteriydi. Sağ olsunlar bu kez de sayelerinde kurtulduk. Sağız ve minnettarız. Evet zordaydık ama asla başsız değildik, diyebilecek ipsiz sapsızlar bu kez  karaya çıkamadılar…” kaydı düşülür.

 

Zaten kayda değer deniz dibi taramacıların ve kaptanıderya seviyesindekilerin çok iyi bildikleri konu, diplerde yağlı latadan, demirden, çelikten enkazların yattığıdır. Yani kuşkusuz en iyi bilinen, mavi suların en dibinin özellikle de mavi ile karayı birbirine bağlayan boğaz diplerinin irili ufaklı taka filika, bot, feribot, gemi, şilep mezarlığı olduğudur...

 

Feribotun dibinin delindiği kıyasıya su aldığı bilindiği halde görüntüden, lüks ve şatafattan ödün vermeyen görgüsüzler, boş hayallere kapılanlar ve mevcuda kapılananlar tüm seyir cihazlarını reddederler. Sos içeren ses dalgaları ve dip derinliği ölçümleriyle dalga geçerler. Acı gerçeklerle alay ederler. Yüzeyle mesafeyi ve feribotun yan yatış hızını hesaplayanları düşman ilan ederler. Büyülenmişçesine batışa hala acı reçete yazanları tek kurtarıcı sayarlar. Tüm bu afra tafraya rağmen dibi delik feribotun yan yatmaya geçtiği ve batışa yakınlaştığı görüldüğünde, başlarına gelecekleri hissettiklerinden ilk fırsatta botlara doluşarak feribotu terk ederler...


Sözün özü deryada dibi delik feribot yüzdürme hevesinin kaybedeni yine fakir fukaradır. Asıl batış yine dibi delik feribot yolcusu fakir fukaralaradır. Onlarla birlikte her fırsatta yaklaşan faciaya uyaranlar, felaketlere direnenler de feribotu asla terk etmezler. Hiç gocunmadan birlikte batarlar…


Derya deniz, okyanuslarda ve hırçın dalgalı kara denizde, dibi delik feribot yüzdürme hevesindekilere inat, suya yazılan yazı bir kez daha ufukta belirir, asla aynı gemide değiliz...

EYLÜLDE AŞK, ADALET BARIŞ VE ÖLÜM…

  EYLÜLDE AŞK, ADALET BARIŞ VE ÖLÜM…   Eylül ile özdeştir aşk. En eski alınyazıdır alnı kırıştıran, yürekleri kıpraştıran. Altın sarıs...