TAM SAHA PRESS, YIKILMAZ BLOKSS...

29 Ağustos 2022 Pazartesi

30 AĞUSTOS ZAFERİ VE MUSTAFA KEMAL...

 30 AĞUSTOS ZAFERİ VE MUSTAFA KEMAL...


Yüz yıl öncesi, emperyal dünya ve yerli işbirlikçileri bir türlü bu milleti yenmeyi başaramadı. Yüz yıl sonrasında bin türlü dalavere ama sanki yine başaramayacaklar. Başaramazlar çünkü bin yıl geçse de 30 Ağustos Zaferi bu milletin uğuru, Mustafa Kemal ilelebet bu milletin tam bağımsızlık umudu...


Tam yüz yıl önce silah yok, ordu yok savaşamayız denilerek sıvışıldığı, topyekun mandacılığa sıvanıldığı bir dönemde sabırla düzenli orduyu kurdu Mustafa Kemal. Takalarca, kağnılarla silah muhimmat temin etti. Mehmetleri zafere inandırdı, her bir mehmedi altın sırma ile işledi. Mehmetçiği şehitliğe gönüllü etti. Vatan uğruna şehadet imanlı bir millet yarattı...


Akıl işi değil, ak akçe olmadan savaş olmaz, savaş için çok para lazım diyerek kıvıranlara, para bulunur dedi ve komün komünist demeden para buldu Mustafa Kemal. Canımızı almaya yeminli yığınla düşman var, içlerinden birine mandalanalım kurtulalım diyen salt günü kurtarma yağcılarını şiddetle reddetti. Bağımsızlık uğruna garip guraba milletiyle yekvücut, iç ve dış düşmanlara tek başına karşı durdu. Akıl dolu hamlelerle düşmanın topunu yendi. Zor kazanılmış bir kutlu zafer, 30 Ağustos…

 

Mustafa Kemal Paşa 30 Ağustos'ta; "yürüdü uçurumun başına kadar.

Eğildi durdu. Bıraksalar Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlayacaktı…” destanlaştı. Ata toprağının kurtarılması için hiç atıp tutmadı, asla asılsız laflara kanmadı. Ağır şartlardan yılmadı ve Hak doğrudan zerre sapmadı. Halkından kopmadı. Zalimlerden zerre korkmadı. Ve Dünyanın görüp göreceği en büyük siper savaşlarından, süngü savaşlarına ve de son taarruza dek gözünü huzurla kırpmadı. Ar namus uğruna kar taş üzerine paltosuna yattı hiç rahat uyumadı. Dost düşman hiç rahat uyutmadı. Hainlerin peşini bırakmadı. Ve Mustafa Kemal sayesinde bir millet uyandı, bir devlet doğdu, bir Cumhuriyet ki takdire şayan, küllerinden kuruldu…


Kutsal isyanın zaferle taçlandırılacağı ilk gün alacasında kutsallar üzerine yeminler ettirdi ve o yeminden asla kata dönülmedi. Hali vakti kalmamış, hançeresi yaralı, çarığı çaputu delik, lokması kuru ekmek, dudak ıslatan yudumu üzüm hoşafı, giysisi perperişan, çulu yamalık, elde kalan en öldürücü silahı süngüsü Mehmetçiğin, onca yıpranmışlığa rağmen kurtuluşa tam inançlı ordunun, en önündeydi Gazi Mustafa Kemal. Etrafında komuta kademesinden neferine şahadet şerbet, er gadın gız koca bir memleket...

 

26 Ağustos’un keskin bıçak ayazında tam bağımsızlık için hücuma geçeli, taarruz edeli, yedi düveli Karşıyaka'da denize dökeli ve büyük zafere ulaşılalı tam yüz yıl. Yüz yıllar geçse de kıyısından köşesinden tarihe bulaşanların, dünyaya tarihin kırıntılarından bakanların asla unutamayacağı bir zafer 30 Ağustos. Dost düşman herkesin ilelebet anımsayacağı bir milletin tarihi serüvenini yazan, tarihin akışına yön veren unutulamaz isim Gazi Mustafa Kemal Paşa. Atatürk bu kutlu ilerleyişin önderiydi, muharebeyi bizzat yöneten komutanıydı. Başkomutandı... 


Şimdilerde koltuk hırsıyla yalandan anti-emperyalist nutuklar çekenler, lafta kapitalizmle ekonomik savaş verenler, emperyal emellerle havanda su dövenler, mirasyedi havasında havadan övünenler, yıllarca Cumhuriyet nimetlerinden faydalandılar. Bunlar ne yazık ki bu Büyük Zaferi içten dışa, gizli kapaklı inkâr edenler. Dünya mazlumlarına sembol 30 Ağustos ile perçinlenen kutlu dirilişi ve kutsal isyanı hiçe sayanlar. Gelmişinden geçmişinden ders çıkarmayan, aslını neslini unutanlar ve salt geleceğini düşünenler...


Bunların topu koskoca Kuvayı Milliye Destanı’nı, Ulusal Kurtuluş Mücadelesini, 26 Ağustos ile başlayan kutlu Zafere yürüyüşü ve 30 Ağustos Büyük Taarruzu metazori dillerine dolarken dahi Sevr’i parçalayan

Büyük kurtarıcı, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün adını sanını anmaktan imtina ediyorlar. Oysa Gazi Mustafa Kemal Paşa’dan ayrı düşmek ve aykırı düşünmek açıkça ”gaflet, dalalet ve ihanet” olur…

 

Dünya tarihine adı kazınmış tam bağımsızlık savaşçısı Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e minnettarlık duymayanlar; “ 30 Ağustos'ta yaptığımız savaş sonunda düşmanın ana kuvvetlerini yok ettik. 31 Ağustos günü ordularımız İzmir'e doğru yürüyordu…” gerçeğine yüz yıldır uydurma mihmandar bulma peşindeler. Yüz yıl daha arasalar bulamazlar. Çünkü bu kutlu yürüyüşün mihmandarı, kutsal isyanın başkomutanı, Kerim’in Emir Eri Gazi Mustafa Kemal Atatürk'tür…

                                                     

Memleketi düşman işgalinden temizleyerek, ümmeti dinsiz kalmaktan, minareyi ezansızlıktan, ahaliyi kölelikten kurtaran ve bağımsız bir ülke kuran liderdir Mustafa Kemal Atatürk. Her fırsatta Gazi Paşa’yı yok saymayı maharet, sövmeyi vazife, öteki berikiyle kıyaslamayı sıratıgeçtilik görenler ve otomatikman terkiplenenler ile birlikte kindarlık ve nankörlük simsarları veya her kimseler bu yorumsuz geçilen günlerin hesabı gün olur görülür. Tıpkı tam yüz yıl önce yedi düvelin ve yerli işbirlikçilerinin defterlerinin dürüldüğü gibi…

 

Dünya âlem milleti, yarınlarına tarih aktarmak için insanlık tarihinin en silik, en cılız, en ucuz kahramanlık gösterişçilerini cımbızla seçerken, yeryüzünün kahramanlık abidesi sayılan Gazi Mustafa Atatürk’ün gelmişine geçmişine saydıranları tarih elbette yazacak. Bu başa gelen talihsiz ve tarifsiz kara yazgıya her dilden her dinden beddualar az gelecek. Bencileyin yeter, böyle millet düşman başına.

Yerüstünde bu millet gibi bir başka millet olmaya, Toprağı kanıyla sulamış şüheda utanmaya...

 

Baş göz üstüne, 30 Ağustos utkusu uğurumuz,  Mustafa Kemal ufkumuzdur diyenler var oldukça, yüzlerce yıl geçer bu millet bir daha el etek öpmez, bu milletin katiyyen başı yere eğilmez...

27 Ağustos 2022 Cumartesi

SÖZ KONUSU VATAN İSE...

 SÖZ KONUSU VATAN İSE...


Sözün bittiği yerdir, bugünleri canları pahasına var eden kutlu zaferin yaratıcılarını yad etmemek. Elbette her victorial atılım zafer değildir. Ancak hemen zaferin devamında tam bağımsızlık çerçevesinde, cumhuriyet örgütlenmiş ise o zafer dünya ölçeğinde büyük zaferdir. Tam yüz yıl sonra eş zafer kaçamağına sığınarak, millete verilen sözün başladığı ve bittiği yerleri, "söz konusu vatan ise gerisi..." repliğini üreten ve yedi düveli denize gömen kurucu önderini anmayan hatiplik, sıradan katiplik ve hutbe de hutab demektir...


Aslında fazla görmemek veya eksik farz etmemek lazım çünkü sözün bittiği yerde, yıllar yılı bilinir ve beklenir tavır bu. Zaten suni güce eğilip bükülenlerden, kutlu emaneti koruyamayanlardan, işine gelmeyeni saklayanlardan, gerçekleri olduğundan farklı gösterenlerden, yegane emanete ihanetçilerden başkaca ne beklenir ki. Bu islah olmaz pervasızlara  söylenecek tek söz var ve tam yüz yıl önce söylenmiş; "Zafer, imanı ve bağımsızlık inancı güçlü, yürekli insanların kazanımıdır..." Kazara da olsa aksini beklemek hayaldir...


Akla zarar uysallıkla dilini, aklını ve ilmini esarete adamış uydulara söylenecek söz çok ama Adam gibi adam sözü olmalı; "Bu millet her daim bağımsız yaşamış ve bağımsızlığı varoluşunun, daima var olmanın yegane koşulu kabul etmiş, hiç esareti kabullenir mi?" 


Kabule kalkışan kabilecilere sözün özü; "Bağımsızlık uğruna ölmesini bilen toplumların hakkıdır..." şiarıyla, yaşamı ödül, ölümü hak gören haksız kesilmiş fermanı ceza görmeyen ve kutlu zafere ulaşmayı hedef edinenler, her şart ve koşulda gereğini yapar. İşte yüz yıl sonra bile onlardan korkulmasının ana nedeni bu devrimci irade...


Keskin iradeyi dirilten söz zamanında açıkça söylenmiş; "Bir millet ki, hiç bir dönem hür olmadan yaşamamıştır, zaten yaşayamaz ve ilelebet yaşamayacaktır..." İşte o sözden nasiplenme eğilimidir korkulan. 


Bitti denilen bir milletin zafere uzanışını ve tarihe armağanını türlü desiselerle küçümseyenlere ve keşke şöyle veya böyle olaydı da şu kazanaydı zihniyetine gerçek Tek Adam sözü; "Ben milletimin en büyük ve ecdadımın en değerli mirası olan bağımsızlık aşkı ile dolu bir adamım." Adamlık köhne bağımlılık ve kuryesel bağışıklık tuzağına düşerek olmaz. Yani adamın dibi olmak, Ademin piri olmak inkar ve inatla derin iç kapışmanın tarafı ve taraftarı olmakla olmaz. Şöyle olur "Biz Barış istiyoruz dediğimiz zaman, tam bağımsızlık dediğimizi herkesin anlaması gerekir..." 


Olur olmaz anı cümbüşüyle, cürümü kadar kıt anlayışla herdem hızla gericileşip sonunda düşüşe, çöküşe geçiş perçinlenir. Daha kötüsü; " Bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak olmaktan asla kurtulamaz." büyük semayeye uşaklıktır...


Sürekli eksen kayması yaşayan işbirlikçiler, emperyalizmi denize dökenlere neden düşmandır, büyük muamma. Sanki akıl kuvveti ve zekayla hatta topla tüfekle yenemedikleri ve ilelebet yenemeyecekleri için. Yerli ve milli başlığında içeride dışarıda başka işlere gömülenlerin aklını başına getirecek söz; "Milli benliğini bilmeyen Milletler, başka milletlerin avıdır..." tam yüz yıl önce söylenmiş...


Aklını, dilini ve ilmini esaretten kurtarmak ve kültür emperyalizminden korunmak için kullanmayanlara kürsilik söz ise; "Ülkesinin yüksek istiklâlini korumasını bilen Milletler, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır..." Aksi halde altınboynuza yankısı vuran bahanelerin ışıltısına aldanılır ve bağımsızlık elden uçar gider. 


Ancak bu böyle sürmez; "Milletlerin esirliği üzerine kurulmuş müesseseler, her tarafta yıkılmaya mahkumdurlar..." Hatta parselasyon varyasyonlarıyla uğraşan koca devletler bile. Çünkü; "Milli sınırlar içinde vatan bütündür, bölünemez..." o yüzden dik durma dünyasıdır, direnme dünyasıdır, dünya. Bağımsızlık savaşıdır gerçek dünyanın sırrı. Kutsaldır her ulusal kurtuluş mücadelesi. Bu kadersel kolaycılık rotasındakilerin anlayamayacağı bir konudur. Yani dinsel, tinsel ve tensel kapışma mensupları bilemezler, anlayamazlar kutlu zaferin değerini. 


Değer bilmezlere ilk ve son söz; "Söz konusu vatansa, gerisi teferruattır..." bundan gayrısı yalan. Günü kurtarmak için asılsız tefrikalar türetmeye de hiç gerek yok.. 


Demek ki sözün bittiği yerde bile adlar açıkça anılmadan, yedi düveli denize döken kurucu önderi anmak ve salt kendi sözleriyle kutlu zaferi teferruatlı anlatmak olabiliyormuş. 


Her sene bu günlerde sipariş hutbe derdine düşen, nutku tutulmuş, aklı, dili ve ilmi tutsak hatip ve katipler, ömründe bir kere olsun, hiç değilse arapçasından "Nutuk" okumalı. 


Eğer Arapça "Nutuk" yoksa mutlaka arapça meali yazılmalı. Bu eşzaferciler inatla başka dilden okumazlar. Okumadan da olmayacağına göre. 


Olursa da anca bu kadarı olur...

26 Ağustos 2022 Cuma

BEYİN DE ÖLÜR, ÖLÜMLÜDÜR...

 BEYİN DE ÖLÜR, ÖLÜMLÜDÜR...


Beyin ölümü bilim merkezli bir çöküştür. Bilim dışına kayan bir başka çöküş de önyargılı davranarak uçuk kaçık savlarla, karun ve kanun ikilemine kilitlenmedir. Hele çömez akıl çözülüp uzaktan kumandaya geçince beyne anında batıl hakim olur. Hüküm babında öylesine sıradan usa vurma çöküntüsü yaşamak ve yaşatmak da bir nevi beyin ölümüdür. Yani beyin de ölür, ölümlüdür...


Yegane amaç kula kulluğu öldürmek olunca, tek gaye insan olma gayesine hizmet olunca elbette tüm bu ereklere erişim güçlü beyin gerektirir. Ancak beyin ölümü gerçekleşenler asla gülzarı düşünemezler. Gün geçtikçe güçlenen değişim arzusunu görmezden gelme güdüklüğüyle sırf olmadık safsataları birlemeye mesai harcarlar. Bu boşa enerji sarfıyatıyla birden beşe, ululanan saraya ve gülnaka ultra zarar verirler... 


Böylelikle bunca ürkütücü tabloya rağmen hala beyinsizliği yeğleyenler ve binbir role bürünmekten zerre çekinmeyen ölü beyinler yüzünden reizbeyin ulaşım kitlesi küçülür, beyin takımının sömürü kütlesi büyür. Zaten büyük yıkımların mimarları buyurganlıktan beyni buharlaşanlar ile küçük beyinleri, beyin ölümü yaşayanlardır. Makaracı kukaracı bu ölü beyinlerin uluorta salınımları ise daima tehlikeli sonuçlar doğurur... 


Yani asıl ciddi tehlike beyin açlığı bir türlü giderilemeyen, nedense aç gözü doymak bilmeyen kusurlu kurgulanmış mahdumlar ile hanımkız mahrumlardır. Beyin ölümünü hiçe sayan bu zevat, mah mahrem demeden sarsak ve savruk müjdelerle ayni gemiye doluşurlar. Lafta maneviyat, safta maddiyat depolayan bu softa zihniyet, meydan boş ise dünya aleme acayip kafa tutarlar. Bilindik tutarsızlıkla güdülen her davada kim ölür, kim kalır hiç düşünmezler. Tutarlar, göz açıp kapayana dek sahte ve düzmece tutanakları çetrefilli argümanlarla süslerler...


Bilenmiş intikam duygusuyla, çapsız ve bilimdışı ölü beyinle keyfekeder özele çökme hallerini güncellerler. Bu hileli gündem kuşbeyinlileri anca bir süreliğine etkiler. Ardından er veya geç mutlaka cerebrum devreye girer...


Devir değişende bu ölübeyinliler ve ters dalgaya yakalanılmışlar ölümsüz bedenleri defnetmeye de asla cesaret edemezler. Ve özyaşam öykülerine sirayet eden beyin ölümü merkezkaç kuvvetiyle def edilir...


Belki beyin ölümüyle doğan boşluk bir daha asla dolmaz. Çünkü hücresel armoni yaşamı kutsayan bir damlacıkta gizlidir. Yani her şey çok basittir, basit olduğu kadar da zordur. Ayrıca her sıtkı sıyrılmış kombinasyona çoğunlukla akıl sır ermez. Ancak ölümsüz beyinler, ölübeyinlere veya beyinsiz idare edenlere değer tespitini kısa sürede yapar.  Ve tek hücrelik habis urları kesip atar...


Ölümlü dünyaya kanıp, en küçük fırsatı değerlendiren, ışmar çakarak fişi çektirenlere ve satırı katırı unutup sanki çaktırmadan aşkla fişi çekenlere duyurulur; Atarı, satarı, katarı bir yana, ölüm bilim merkezli bir çöküştür. Ancak beyin ölmeden beden, beden ölmeden beyin ölmez. 


Ve çıkmayan candan ümit kesilmez...

25 Ağustos 2022 Perşembe

BEYİN SALATASI TEK SERMAYE...

 BEYİN SALATASI TEK SERMAYE...


Evir çevir, devir kevgir

çıkmazında, çakma hamlelerle anca ilk ve son arasına sıkışılır. Sıkma akılla kirli kalkışmalar, beyni yemek alt beyni yakmak ayarında ayarsızlıklar belirir. Topu resmen enerji zehirlenmesi yaşatır. Resmin arabı beyinsel devrelere çakılır. Diğer yandan dibe çakılmaktan kurtulmanın veya arsızca pik yapmanın salt beyin salatası mideye indirmekle olmayacağı geç de olsa görülür... 


Beyin, en yüksek enerjiyi kullanıyor olsa da insanı var eden simgedir. Elbette konu beyin olunca harcanan enerjiden tasarruf yapılamaz. Ancak itibardan tasarruf edilmez paydaşında paslananlar bu realiteyi anlayamazlar. Anlık enerji beyin dışında kullanıldığından geleceğe asla heveslenilemez günleri gelir kapıyı çalar. Ziller çalarken her çarpık düzende olduğu gibi mutsuz azınlık işleri beyinle, lafta mutlu çoğunluk ise hayatı beyinsiz idare eder... 


Bu edilgen konuma evrilme, sık sık beyin salatası yemeyi günceller. Yine de denizden çıplak uyarı nitelikli alaboralık dalgaların kıyasıya kıyıları vurduğu, denizde havada karada kara enerjiye yakalanıldığı görmezden gelinir. Katı körlük uyum, duyum ve bilinç merkezini çökertir. Dimağ dağılır. Davanın açığı kapalısı fark etmez, bizzat beyin ölümü gerçekleşir. Artık bol enerji de gerekmez. Çünkü bu cenderede önce kafatası boşalır, beyin sapı elde kalır. İşte bu beyni cebinde, emanete ihanetçi ceberrutlarla en doğru zamanda mutlaka hesaplaşılır...


Devir ileri geri sarıldığında, beyni yayvan hamlelerle yemleyenler ve bu arsız yeltenmeyi yeğleyenlerin maskı düşer. Bu beyni yeterli çalıştırmayan yüzsüzler konumuna devrilme neticesinde yüksek enerji açığa çıkar. İşte bu enerji, neredeyse insanlığı yok edecek boyutta büyük bir enerjidir. Bu bulaşık enerji sırnaşık yetişkinleri kullanır. Tuzağına düşenlere insana yakışmayacak metodları kullandırır. Kısa zamanda kula kulluk beynine yanaşılır ve yangın başlar, zulüm artar...


Oysa beynin öncül amacı önce kendini değiştirmek sonra sürekli değişime hizmettir. Bu hizmet kapsamında tüm ereklere erişim, yürek gerektirir ve de yüksek enerji tüketimini beraberinde getirir. Yani düşünmek, enerji sarfını katladıkça katlar, bedeni yorgun düşürür ama zihni de zinde tutar...


Bu zihin odaklı gerçekliğe karşın insanlık her devirde, hiç nedensiz değersizleşme safına geçip, davadan vazgeçip, devir düşürüp beyin devrelerini yakar. Resmen beyinsizliği yeğler. Sahici ve kalıcı değerleri görmezden gelerek aksak heves, susak hırs ve güdük bağlantılarla ürkütücü rollere bürünür. Ve beyin kütlesi küçülür, kitlesel sömürü büyür... 


Her bireysel ve kitlesel kötü deneyimde beyin salatası götürmek mutlak sönüşü erteleyemez. Çünkü er veya geç büyülü buyurganlıkla buharlaşma, küçük beyinlerin etkileşimi, çok tehlikeli sonuçlar doğurur. Ardışık potada  asla ehlileşemeyen, bir türlü evcilleşemeyen beyinsiz yabansılar büyük yıkımların baş yarıcısı olur. Bunlar maneviyat bağlamında mantıksal hatalardan beslenerek, beyin ve beden açlığı gidermeye kurgulanırlar. Her türlü tabansızlıkla hayatta kalmayı meziyet sayarlar. Hatta mah mahzen, mahreme dokunan mahluklara dönüşürler. Hassas dokuya zararlı bu aksak, savruk ve sıradan zulüm beyniyle, kula kulluk devam eder. Beyin kullanamayanların ağır kusur mertebesinde toplaştığı tırnak içinde bu muteber zihniyet, hiç enerji gerektirmez. O yüzden aslı astarını düşünmeden aralıksız akıl satan, satancıl beyinlere dönüşürler. Beyinleri büyüktür ama koftur. Angelist beyin kıvamında cüceleştikçe cüceleşirler. Beyin cimnastiği yerine beden cimnastiğiyle ilahi hafiflik kazanır, neredeyse kanatsız uçarlar... 


İşte bu hafiflik asla hafife alınmayacak tıknaz, hakeza kambur ve tahıl besi zavallısı zangoç halidir. Zaten gelmişine geçmişine dair akıllar kurcalandıkça hikayeye kambur üstüne kanbur eklenir. Bu embesil tavırla salt yırtık sökük çoğalır ama çürük kumaş dikiş tutmaz. Tutku turlarında beyinden enerji sakınanlar on yıllarca defineymişçesine sakındıklarını, hazineymişçesine sakladıklarını çorak zihniyete sunarlar. Oysa malum veya muallak bir şey varsa eğer mutlaka salt beyinle çözülür. Maliyeti epey yüksektir kutlu kalmanın ve mutlak değere ulaşmanın. Sonsuza tutunmak sırf monkof tapınmasıyla olmaz. Bu havayla günden  güne değersizleşilir, ederi hiç, harcanan enerji sıfır eksi bakiyeye düşülür...


Meseleye doğru bakıldığında yüksek enerji harcayan beyin, düşkünler dünyasında beyinsiz idare edenlere tek hücrelik sinerji aktarır. Tek hücrelik kurşun kapsüle dünyalar sığdırılır. Dünyalar karardıkça kabına sığmayan usa, sömürüden ve hainlikten başka hiçbir şey takılmaz. İşte bey işi, beyin işi, beynin işi bu toplama takımlarla köküne kadar uğraşmaktır. Utku mutlaktır çünkü beyin ölmeden beden ölmez...


Beyin varlığını doğrudan doğruya hisseden insan denen klasik makina, insan doğup mikrop ölmeye asla yatmaz. Uslanmaz yatıklık ve yataklık doğanın yasaları ile doğal tanımlamaları dışına taşınca aşkın kirlenme gerçekleşir. Temizlemek yine beyine düşer. Beyine temizlik aşamasında çok daha yüksek enerji gerekir. Beyin değer değmez demeden, giderini de değerini de kendisi belirler. Artı apansız beliren belirsizlik ortamından yırtmak için gereken yoğun enerji öyle beyin salatası yemekle elde edilemez. Olura olmaza kanıp aldanıp, beyin salatası yemekle akıllanılmaz...


Her zerresiyle çalışan beyin ve bilimle üreten akıl adam gibi adam olana büyük sermayedir. Tek sermayesi beyin salatası ve altın buzağı olanlara ise külliyen zarar...

24 Ağustos 2022 Çarşamba

KÜTLESEL İMHA...

 KÜTLESEL İMHA...


Fiziksel kütledir enerjiyi var eden olgu. Bu oluşum için maddeyi enerjiye dönüştürmektir tüm mesele. Muazzam enerji için ise doğru denklem kurmaktır ayrıcalık. Doğrusal denklem bellidir, enerji eşittir kütle çarpı ışık hızının karesi. Karekökü ise insan, bilimsellik ve tanrı ışığı... 


Yerzündeki her insan tek başına bir galaksidir hem de kainatı var eden galaksilerden binlercesi büyüklükte. Bu öyle bir büyüklüktür ki insan,  Samanyolu Galaksisi yıldızlarının bin katı kadar hücre barındırır bünyesinde. Yani insan devasa bir hücresel bütünlüktür. Bu bütünlük yüz milyon kere milyonluk hücreyi kapsar. Aslı astronomik boyutlu rakamsal bir buluşmadır insanı var eden. Her hücre başka bir dünyadır topu birleşince vücudu tamamlar. Akla sığmayacak müthiş bir enerji harcayarak...


Hücreler saniyede on milyon pilin ürettiği enerjiyi tüketir. Yani bir milyon kadar molekül pili dakikada bir yeniden doldurulmak zorundadır. Yoksa hayat durur ve kütlesel imha gerçekleşir...


Hayatı var eden bu hücresel trafikte beyin hücreleri hariç diğer tüm hücreler kalıcı değildir. Kan hücreleri biraz fazla ömürlüdür. Onların da total ömrü sadece dört beş aydır. Diğer hücreler her an yenilenir. Sürekli yenilenmeyle yedi sekiz yılda vücut tamamen bambaşka hücrelerden oluşur. Bu yenileniş gittikçe yavaşlar hem enerji yetmez hem de fiziksel kütle yavaşlamadan dolayı zamanla yıpranır. Ayrıca mevcut hücrelerin yarısı başka başka mikro organizmalardır. Hatta hücreden küçük bakterilerdir. Vücudun bir buçuk iki kilosunu bunlar çeker...


Fiziksel kütle yerlisiyle yabancısıyla muazzam bir organizasyondur. Bu organizede insanı oluşturan hücre türlerinin kırk elli katı civarında, şimdilik bilinen haliyle on bin tür yabancı hücre mevcuttur. İşte o yüzden bağışıklık sistemini devamlı güçlü kılmak gerekir. Sistem zayıflayınca bünye kuvvetten düşünce kontrol bu yabancı hücrelerin eline geçer. Ve beklenen son, kitlesel imha...


Yerli düzenekte yabancı hücre dengesi doğumdan itibaren üç yıl içinde sağlanır. Emilen süt ve çevresel etkileşimle yararlı yararsız tüm bu yabancılaşma hücreleri fiziksel kütleye sirayet eder ve yerleşir. Zamanla istila öyle bir hal alır ki bu mikrobiyolojik hücreler insani genlerin yüz katı orana erişir...


Kainatın yüzde biri görünür gerçekliktir. Geri kalan görünmez bilinmezlikle kozmik bağlantılar kurabilmenin temel göstergesi insandır. Yani insan muamması çözüldükçe kainat çözülebilir. Onun için beyin doğru enerjiyle işletilmelidir. Eğer beyin verimli işletilirse tüm varoluş meselesi de basitleşir. Kütlesel ve kitlesel imhanın önü alınabilir... 


Fiziksel kütlenin yüzde ikisi üçü kadar ağırlığa sahip olmasına karşın hücreler krallığıdır beyin. Üstelik ddiğer uzuvlara oranla çok acayip bir enerji harcar. Vücuttaki oksijenin beşte birini yakar. Çünkü beyinde yüz milyar hücre mevcuttur. Ayrıca her bir hücre değişik bağlantılarla on bin hücreye kilitlenmiştir. İşte tüm bu sıradışı sistematik yapı büyük enerji tüketimi gerektirir. Yani fiziksel kütle enerjiyi ürettiği gibi tüketir, yaşamı var ettiği gibi kendi kendini de yok eder...

 

Öyleyse kainatın sonsuzluğunda kütlesel veya kitlesel imha aracıdır insan...

21 Ağustos 2022 Pazar

SESSİZLİĞİN SESİ HASTALIKLA YÜZLEŞME...

 SESSİZLİĞİN SESİ HASTALIKLA YÜZLEŞME...


Belki de bir hastalık değil ALS, resmen sessiz sedasız, sabırsız hayatın kırılma noktası. Bir anda hayata ulaşmayı, yetişmeyi ve sınıfı geçmeyi engelleyen, buhran ilerledikçe gerilim ve öfke yaratan bir muammayı kırma hamlesi. Ruhsal, duygusal ve davranışsal bir gerileme. Ancak gerilimden uzak kaçınılmaz sona ağır ağır yaklaştıran, bu arada bilgece yaşamın sırlarını öğreten, sessizliğin sesi bir hastalık. Amyotropik Lateral Sklerosis, dünyasal açılımı kapanımı üç ses, ALS... 


Bilinen haliyle futbolcu Sedat, İsmail ve İlyas'ın hiç nedensiz tutulduğu hastalık. Bir de bu ölüm fermanına on yıl direnen Beynelmilel Baba'nın hastalığı. Morrie'nin ve Zinnet'in hastalığı. Ayrıca sessizliğe ses binlerin... 


An gelir, bir anda sinirler ve kaslar zayıflar. Bedensel işlevsellik yavaş yavaş yitirilir. Yutkunmak zorlaşır, ayaklar yürümez. Aksine Zekilik derecesi yükselir anvean. Sesler boğazda düğümlenir ama konuşma yeteneğini beyin üstlenir. Gözlerle konuşmak denir ya hani en aykırı düşünceler dahi bir çırpıda bir güzel ifade edilir. Dahası düşünüldüğünde resmen beden ihanetidir yaşanan...


Siklerozla birlikte kas bölgesi hücreleri yenilenemez. Hatta sırayla bozulur. Adım adım ilerler bozgun. Beyin ve omurilikteki motor sinir hücreleri de bundan etkilenir. Ve tedavisi olmayan bir sürece doğru akar yaşam...


ALS, kas erimesine ait kas atrofisini ilgilendiren bir üst başlık. Çabuk ilerleyici bir sinir sistemi hastalığının ilk belirleyicisi. Açıkça kas körelmesine açıklık getiren haberci. Sikleros temelli katılgan doku artışıyla organ veya dokunun patolojik sertleşmesi. Ve sertleşen yapının eski işlevselliğini kaybederek peşpeşe hayal kırıkları yaşatması. Hayal ötesi durumların bir bir hayata geçmesi. Devamında hayatın kırılma noktası. Kusursuzca kırılma noktası...


Kırılma noktasından hareketle nasıl yaşanacağını unutturan ama nasıl ölüneceğini bir bir öğreten bir yaşamsal dalgalanma ayıracı ALS. Maddi manevi bağlantılarla ve üst düzey dayanışmayla bile içine düşülen kaostan çıkılamayacağı gerçeğini kabullenme durumu. Hatta hastanın görece, değişken ve kendine özgü çözüm arayışlarıyla bile kurtulamayacağına kitlesel bir tanıklık. Tanıdan itibaren içsel yolculuğa ve mahremiyete dönük sevgi yüklü prensipler ortalaması. Sevgi özgürlüğü. Şefkat, kaygı, ilgi ve hayranlık tümlemesiyle saygı tamlaması. Tarafların tamamıyla istek ve ihtiyaçlar doğrultusunda hayatla son alışverişi. Hayat bağlarını sürekli ve tutkulu biçimde canlı tutma ve sevgiyi tatma sanatı...


ALS, Amyotropik Lateral Skleroz, derin acılarla boğuşarak geçmişi gözden geçirme sessizliği. Asla yadsımadan, belli belirsiz yansımaları kovmadan, yanmaları karalamadan, kapsamlı anımsayışlarla hayatı kovalama ve affetme evresidir evlerden dışarı olan. Bir yandan içsel yolculukta evrenin anlam ve anlama üzerine kurulduğunun zihinlere perçinlenmesidir. Günden güne güncellenen sonsuz sessizliktir. Sonsuzluğun duyulmasıdır...


Bekle gör dünyasında hiç beklenmedik biçimde, gönülden beklenenin dışında bir kördüğümü yaşamak gibi bir şeydir bu sessizliğin sessiz hastalık. Belki de bir hastalık değil kitabın tam ortasından hakkınca ve bilgelik düzeyinde Yalan Dünyayı doğrulama nefesidir. Hele ölmeye yatmadan önce öğütlenen gerçeklerle yüzleşme ve sessizliğinin sesini duyma aralığıdır...


Sessizliğin sesi hastalıkla yüzleşenlere selam olsun...

18 Ağustos 2022 Perşembe

SEKİZ CENNET YAVUZLARINI AKLAMAK...

 SEKİZ CENNET YAVUZLARINI AKLAMAK...


Uydurmacı ulema fetvaları ulamasıyla desteklenen, sıkı takibe ve toplu katle dayalı fermanlı yavuzluk, her dönem Anadolu'nun başı belasıdır. Tarihe resmedilen resmen kirli savaş çığırtkanlığıdır. Yüzyıllarca ölümcül ihtirasları besleyen, toprağa acımasızlık tohumları eken ve yeryüzünde cehennemi filizlendiren ise kanlı çılgınlıkların tarihsel vakalarda gizlenmesidir. Ismarlama tarih öyle isimleri ululaştırır ki ulu sayılanlarca yapılan zulüm nefret yerine bazen şehvet uyandırabilir. Böylece yüzyıllar sonra bile zalimler sekiz cennet yavuzluğu ile taçlandırılır... 


Bazen beş yüz yıldır kanayan yaralar hala kanar ama tarih resmen acınası bir tutkuya esirlik, hatta esaret boyutunda esrik ve eksik tanımlamalarla yeniden kurgulanır. Oysa katliamın tek rengi vardır. Bütün renkler işte o tek rengin değişik tonlarıyla, tonlarca ağırlık altında preslenir. Ve her nedense tarihe mal olmuş yüz binlerin katli her fırsatta hafifsenir. Bu bilinçsiz bencilleşme, körkara inanç ve ideolojik sapmanın eseridir. Sınırsız sapkınlığa nice kitaplar yazılsa da, ayrıntılı nice eserler bulunsa da boşunadır. Çünkü hala birilerinin yarası kanar, diğerleri vakanın aslını bile bile kara çalana, kara çaldırana kanar.. 


Tarih de kanar. Babadan oğula her tahta çıkış hikayesi binlerce itham, yutulan yığınla itiraf ve topyekün itlaf barındırır. Özünde gaza ve ganimet üzerine kurulu sırf galibiyete endeksli yavan bir dünyada yavuz havuzunu hakkıyla sorgulamak gerekir. Uzak tarihi irdelemek çoğunlukla son demdeki en son hamledir. Yakın tarih tahlili ise oldukça geç kalınan eylemdir. Onursuzca celladına diz çöküp bağışlanmayı dilemek, ceza kesene af dilenmek yerine tarihle direnmek gerekir. Çünkü yeryüzüne hükmeden kudretin açık sapkınlığı olsa da, aklen ve şeran gereklidir babında işlenen her cinayet ve katliam karşı çıkanı yoksa meşru gösterilir. Cinnet derecesinde sıralı cinayetler, sipariş fetvalarla sekiz cennet yavuzuna evla görülür...


O yüzden tarihsel mahreme uzanmak, tarihsel örgüye maharetle yolculanmak esastır. Aslı esası neyse aleme yansıtmak gerekir. Bileni işiteni çıldırtan tarihsel vakalardaki takibat, teftiş, yakalama ve toplu kıyımın binbir şeklini makul teşebbüsler olarak görmek,  kanlı vakalara dipnot düşmek resmen düşkünlüktür. Asla unutmaz tarihsel belleği mottolama manasızlığıyla silmek madden ve manen mayasızlıktır. Mahiyeti belli bu akitsiz dindarlaşma ve akitli kindarlaşma resmen ottoman empireciliğidir. Olmadık havada ottoman seviciliğidir...


Belki Safevi yıkılır ama gönül evi kurulur. Ve cenneti cehenneme dönüştüren sekiz cennet yavuzlarına ortaçağ tarihçileri övgüler dizse de aklanmalarına yetmez. Çünkü düşünce vadisine vurulan mühür besbellidir. Düşle gerçeği yarıştıranların halleri ve tarihsel sanrılar, geleceği sanılanın aksine etkiler. Sonuçta uydurma ve sistematik manzumeler eşliğinde, tarihsel imgeleri ve imajları bir bir sıralayanlar, tarihsel değerleri sınırlayanlar gün gelir sınanır. An gelir zerre sektirmeden sekiz cennet yavuzlarıyla yüzleşilir... 


Her gecikmiş yüzleşme uyduruk ulema fetvaları ve tiran fermanıyla başlayan tarihsel yolculuktur. Aradan beş yüz yıl geçse de tırnak içinde katli vacip farz edilen her kanlı fasıl yepyeni insani duyguları dürtüler. 


Duyguları körelten bu ottomanist otağcılık sekiz cennet yavuzluğundan beri mazluma aynen böyle bilinen şekliyle işletilir. Ne bir eksik ne bir fazla tıpkısıyla aynı...


Aynıyla beyan, zulme ortaklık zalime yarenlik tanrılara diz kırmayla asla aklanamaz. Katliamların adı ne konulursa konulursun, geleceğe uzayan gölgesi ne kadar küçültülürse küçültülsün kanlı kırım asla bağışlanamaz. Şarki kurnazlıkla nice entrika ve yanılsama taktikleriyle türlü bahneler çeşitlendirilse de tarihsel süreç objektif işler. Tarih doğru ve belgeli değerlendirildiğinde sekiz cennet yavuzu asla günahlarından kurtulamaz. Adına namına cehennem içine cehennemler kurulsa ilelebet arınamaz... 


Sekiz cennet yavuzlarının aklanmasına isyan hiç tükenmez. İsyan bayrağı elden ele geçer, haklı mücadele devam eder...

16 Ağustos 2022 Salı

EFELERİN EFENDİSİ...

 EFELERİN EFENDİSİ...


Hayata perçinlenen her durum ve her kurum gibi 'efelik'de ihtiyaçtan doğmuştur. Binlerce yıldır dağları mesken tutuş, tarihin her döneminde en vazgeçilmez gerçekliktir. Pekala pervasız sömürüye karşı yaşanan ve yaşatılan sosyal dengedir efelik... 


Efelik kör inancın toplumu boğmasına can pahasına başkaldırıdır. Elbette 'inançsız bilgi sömürü, bilgisiz inanç sömürü' getirir. İşte salt o yüzden 'eğitim görmüş kadını da erkeği de Efe, Unutulmasın ki burası Ege' yüzlerce yıldır zihinlere kazınmıştır. Parola egemenliktir, Efe egemenliğidir. Evrenin derinliklerini umursamadan zora ve güce dayandırılan, katı kurallar ve kalıntı törelerle bencilleşmeyi hizaya çekmektir efelik. Tüm kurumsal mekanizmayı bozan bozguncuları da 'öküzün boynuzuna dahi girseler' bulmaktır...


Bulunmaz sevdaymışçasına ölümü gözü alamayan birey ve ulusların özgür yaşama hakları yoktur. Bilgisiz insanın yolu ise karanlıktır. İşte bu düsturla ölümü zerre umursamayan, korku duvarını aşmış hatta ölümün tam kendisi olan Efelerin işi sonsuz ışığa yolculuktur. Asla işinden geri duramazlar, geleneğin ve yazgının değişmesi ve değiştirilmesi işiyle bilenirler. Birlenirler. Yeter ki 'kulaklı bıçak' pas tutmasın ve akla 'vurulan üç mühür' körelmesin...


Efelik ve efelenme mert, cesur, atak olma sanatıdır. Mazluma dostluğun ve haksızlığa düşmanlığın ürünüdür. Kahramanca, yiğitçe hayata geçirilen onurlu başkaldırı destanıdır. Soy sop olarak Egelidir ama dünyalıdır. Denizler piri Umur'dan, Dünyalar şahı Kemal'e asla yenilmez Anadolu'dur. Dağlar Denizler girdabında yakılan utku ateşiyle, kurulmuş yay gibi düşmana korku salan, kara toprağa diz vuran kükreyiştir efelik... 


Kızıl hafızlardan Kemal'in kurduğu Cumhuriyetle birlikte efelik, efeliğin efendiliğe evrilişidir... 


Evrimle gelenekselliği foklorik düzeyde süren ama her daim resmen fırtına kuşuna benzemektir efelik. Eşsiz kutsal isyanlarla emperyalizme ve emperyalistlerle işbirliğine karşı çıkmaktır. Toplumun yozlaşmasına direniş, devrimlerin hızına ayak uydurabilmektir. İçteki sönmez ateşi topluma özümsetmektir efelik. Öyle yalandan efelenerek değil. Üstelik vatanı sırf zengin tarlası görmeden...


Efelik bakan gözlerin gördüğünün dışında görmektir dünyayı. Hasta döşeğinde olmak yerine son deminde 'Zeybek' diye haykırmaktır. Çalgıyla birlikte kahramanlık figürlerini sıralamak ve yere şiddetle diz vurmaktır. Sarı Zeybek gibi tüm teşhis ve tedavileri umursamadan dizleri yere vura vura zeybek oynamaktır efelik. Yedi düveli dizgine getirenlere son kez selam çakmaktır... 


Elbette efelik zor iştir. Özcesi, öznesi yoktur efeliğin. Efelik, erkek kadın işi değil yürek işidir. Mangal yürekli ve sert duruşlu olmak hatta diz vuran da yere, yeri göğü inletmektir. Ah şu yürek yakan Ege, vay ki Ege'nin Efelerine...


Efelerin Efendisine günbegün artan saygıyla...

11 Ağustos 2022 Perşembe

ATEŞTEN ADAM...

 ATEŞTEN ADAM...


Elbette ateşten adam değiliz, olamayız da ama dalımız kırıldığında ateşiz, ateş gibi yakarız. Yürek yangını eğitim ateşiyle, ateş gibi bir kararla savrulduğumuz Ada'ya bir yıl önce yerleştik. Şehri tanıma gezilerinde aniden karşılaştık Ada'lı Bozkurt'la. Caddesi, büstleri, anıt heykeli, parkı ve adına bir ilkokul çıktı karşımıza. Kendisiyle tanışıklığımız üniversite eğitimi sırasında gördüğümüz hukuk dersleriyle sınırlıydı yalnızca. Zorun zoru şartlarda kurulan Cumhuriyetin kanun yapıcısı ve adalet tasarımcısı olması dışında bilgimiz hatta Ada'lı oluşuna ilişkin bilgi kırıntımız dahi yoktu. Öğrenmeye öğrenci karakterle, eksiklerimizi gidermek için bilişim çağı olanaklarından yararlanarak Bozkurt'u araştırmaya giriştik. Bir Ada'lı kadar olmasa da artık bu şehrin bir yaşayanı olarak ismi geçince mahcup olmayacak düzeyde dağarcığımızı genişlettik... 


Sonra bir gün paylaşımcı bir dost vesilesiyle, dünyaya pandemi vurdu vuralı özlediğimiz değerli kitaplar arasında bir yolculuğa çıktık. Tezelden çarpıcı anılar ve tarih antolojisiyle iç içe, içtenlikli algılayış, keskin duruş ve gerçeği duyuş estetizmiyle yoğrulmuş yazarlar dergahında bulduk kendimizi. Tüm dertlerimiz bir yana en güzel eser henüz doğmamış olandır baharında edip ve şair Denizinin hemen kıyısında varoluş hazzı yaşadık...


On günlük Ada'lı yazarlar şenliğinde, efeliğin iyice depreştiği bunalımlı günlerde, yüzlerce binlerce yıllık geleneğin uzantısı seçkin tasarımlarla tanışma haznesine sürüldük. Hayata dair ertelenen borçların ödenmesi için en çetin şartlarda kırılmaz kalemleriyle kapışanların dönem Adası'na sunduğu kültür sofrasında paydaş olduk... 


İşte tam bu atmosferde yaşamın önemli kısmını Bozkurt'a ayıran, doğru dürüst tanınması ve tanıtılması için mücadele eden, Bozkurt hakkında dört kitap kaleme alan Eğitimci-yazar Nail Hoca ile tanıştık. Alınterinin ve bilincin kör karanlığa ne denli keskin parladığını, mevcut tarihsel programın parçası olmak yerine, kıymet görmek ve ömrün kalanında kalburüstü günler hanesine kaydedilmek için neler yapılabileceğini gün gün izledik. Yerel tarih bilincinin ve birikiminin geleceği kurmak yönünde gelecek kuşaklara sağlıklı ve doğru aktarımlar yapmak doğrultusunda ne denli önemli olduğu yargısına ulaştık... 


Yoğun emek ürünü "Ateşten Adam..." kitabını bir çırpıda okuduk. Okudukça uzun zamandır her tarihi konuda kavram karıştıran, yalan yarıştırılanlara inat belgelere dayandırılan tarihsel doğruların ilelebet kazanacağı umudunu yeniledik. Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında Cumhuriyet'e değer katan bütün değerlerin bir şekilde horlandığı ve yıpratıldığı ateş çemberi bir dönemden geçerken kendimize geldik. Tüm baskılara karşın adam sende bana ne lazım demeyip, dosdoğru olmaktan vazgeçmeyenler olabileceğini gördük. Sanki kör karanlığa karşı durmak ve geleceğe ışımak için bilgiyle donanmak ve bilimle yaşamak gerekirmiş, bir kez daha anladık.


Hatta sonsuzluğu yakalamak için yerel veya ulusal ölçekte "Ateşten Adam" olmak gerekirmiş geç de olsa öğrendik...

10 Ağustos 2022 Çarşamba

HAYATIN İBRESİ...

 HAYATIN İBRESİ...


Geçer gider sanılan sağanaklara defaatle şemsiyesiz yakalanmak hayatın cilvesidir. Bu eksik durum, dirim ölüm arası hiç nedensiz ıslanmayı ve derken yalan dünyayı tanımayı getirir. Hatta hayatın asıl dengesizliğini anlamayı, bozuk ve boğusuk havalarda karaktersiz kapılanmalara kanmamayı günceller. Yani her sağanak kaçak göçek günlerdeki o melun şemsiye kiminmiş bir kez daha anımsatır...


Ritmi bozuk yürekle ıslık çalarak, cinliboğazı ve mezarlıkları tam geçerken sağanağa tutulmak epey can sıkar. Sonuçta hangi şemsiyenin altında birleşilirse birleşilsin başa gelen yağmalanmaktır. Oysa hayatın gayesi bayağılığı tez unutmak ve geleceğe umutlanmaktır. Zaten sırça fanus hikayesi çatladığında, billur çarşıya dökülenlerle dirilir sert anılar. Dahası her sağanak sonrası patlayan gök gürültüsüne sığınmış gübür zamanlar ayracı kitabın tam ortasına koyulur. Hayatın hoyrat gerçeği tekrar tekrar okunur. Çünkü hayatın tek amacı uyduruk hikayelerle heklenmiş anlarda, kitapsız aykırılıklar sağanağında kendi yolunu bulup sonsuza yürümektir...


Gök yere vurduğunda ıslak ve üşümüş halden sıyrılıp, ölümcül vurgunlardan sakınmaktır mesele. Mesela damlalar yıpranmış şemsiye kalkanına vurduğunda, ses ve sis bombası etkisini anında hissetmektir. Şimşekler çaktığında ise efekt tuzağına düşmeden, beter hallerin boğaza düğümlenmiş betliğini bertaraf etmektir. Sünepe tarla farelerinin güdük marifetine pürdikkat kesilmektir. Korkudan ıpıslakları, gerçeklerden kaçıp, kurtulma endişesiyle ıssızlığa sızanları göğe asmaktır hayatın öznesi. Hatta tavanı delik şemsiyeden sızan ve ince tellerin ters dönmesiyle beyni cüvelleyen kan damlalarına ölümüne dayanmaktır...


Kör karanlığa inat Deniz kıyısında gökyüzünü avuç avuç içerken sıradanlaşan yarınları cesaretle avuçlamaktır maharet. Renkli şemsiyeler açıp, açık havada iyice güneşlenmek yerine hava bozduğunda küp çatlatan misketgöz dolulara yarenlik etmektir. Çıplak ve esnek büyük uyanışa esnemek ve sonrasında bereket yağmasına cansiperane karşı durmaktır hayatın özü...


Şemsiyelerin kılıksızlığına, kifayetsizliğine ve sıytarık  sağanaklara hiç aldırmadan, ideal hayatı kaflı kafiyeli gökyüzünden indirmektir sözün özü. Soğuk ve ıslak bir manzarada, baygın ve titrek bir havada cılız ışıklardan aşkla beslenmektir hayatın tadı. Cili alınmış ocak peyzajında çotanak çotanak kesintiye uğratılmış hayatı ayalamak ve zorbalığa ayaklanmaktır hayatın rengi...


Saydam renkli, kırgın ve kızgın damlalarla, kızıla durgun havanın peşine birden kiremit damlara patlayan kapkara gökyüzü patırtısına silleyi yürekten patlamaktır hayatın alfabesi... 


Pislikle iç içe birlenip, içini dışına çıkaran, zehirli mantar gibi avulayan, yeryüzünün milimetrik ahengini yağmalayanları da kendi yalanlarında boğmaktır, hayatın nüvesi...


Hayatın nefesi, gökyüzünde sıraya dizilmelik paramparça bulutları hizaya sokan kutlu ahengi, kristal cam parçacıklar halinde yeryüzüyle buluştuğu parçalı bulutlu havayı kutsamaktır...


Zaten bu kutlu yolculukta devamlı vaziyet alınır ve rengarenk şemsiyeler açılır peşpeşe. Çünkü hayatın resmidir, kapkara gökyüzünün resmen yüzsüzlüğü kusması. Boşluğa uzanıp boşalmak, kirli sepetini arsızca doldurmak hayatla üstünkörü cilveleşmektir. Hem de kutsal ahengi bozmak pahasına. İşte bu pahalıya patlayacak otokontrolsüz sürat ve salgın suratsızlık otomatikman kulak çınlamasına dönüşür. Çınar deviren her kısır döngüde geriye saran filme, griye çalan kurşun vınlamasına denktir hayatın cilvesi...


Ortalık karıştığında otomatiğine basılınca açılan küflü şemsiyelerin gölgesinde kaçamak adımlarla sıvışmak, tek çare gerçeklerden kaçmak ıpıslak kaygan bir zeminde zemheri ayıbıdır. Sebeplenilen salahanalık ise ayıp ötesi günahtır. Mükafatı ise diptir, sal ve salhanedir...


Hayatın zirvesi, tanıdık izlerin izinde hızlanan, son nefeste bocalayan lodos tınısıdır. Tanıksız ama kanıtlı, uğursuz ve uğultulu bir uçuş modudur hayatı tersine çeviren. Şemsiye şenliğinde, huzursuzluk bezeli titremedir, yanarken üşümedir şehri kuşatan. Şehrin kuytularında kurşun kurşun bir sağanaktır apışılan. Kapı dışarı kalanda düşülen kör kuyunun çeperini döven kaçınılmaz kapışmalardır, hayatın içine içine doğan...


İşte hayatın ibresi, savruk sağanaklara bağımlılık ve ayarsız konfor kozu arzulamayla bozulur. Hayatın ölçüsü dirayetsizlere doz aşımlı mizandır. Tiynetsizlere, aşağının da aşağısı pozudur. Tek cümleyle tabansız tozutma korkusudur toptan. Sağanak peşine patlayacak tufana çarketme tuhaflığıdır ayrıyeten... 


Yekten yerden bitme bir sağanakta göğe tutunan şemse, şaftı kaymış şemsiyeler kar etmez. Çünkü eşsiz deryada, kaynar kazan girdabına düşmek tüm dikkati dağıtır. Dikkat dağılınca artan densizlikten, en küçük hücreler bile rahatsız olur. Hatta bu gamsız birikintileri ve rehavet veteranlarını asla tanımaz hayatın haytası...


Haliyle elde kalan sadece irikıyım, kenarları kırma saçaklı, ucu kötekli tek kişilik erkek şemsiyesidir. Elek etek olmuş kumaşı, olurda belki tek kişilik hayat kurtarır sağanaktan. İşin aslı pikini pikesini, dibini zirvesini kime sıvayacağı, kime gününü göstereceği belirsiz bir  havaya açılmasıdır. Bu boşa havadır. Bedavaya cakadır. Çünkü kime açılacağı veya kimde kapanacağı bilinmeyen şemsiyelere aldanmak, şemse yaltaklanmak kalın ciltli kitaplarda geçen romanstır. Ayrıca şiirsel bilinçaltı gizleri hayatın gözüdür. Bir hamlede ıvır zıvır düşünceler arasından

kimindir o melun emanet şemsiye çekip çıkarır. Kendilerini bilir birilerinin gözüne sokar...


Hayattan bezdiren, cilde vurup dağlayan, kızgın kızıl güneşe ve aklı döven billur tanelere bağlı şuursuzluk eseri cilveleşmeler illaki şemsiye gerektirir. İllaki şehrin nefsi incelten kurgusu cılkı çıkmış hikayeler barındırır. Filede sağanak gibi yağan hayat törpüsü, hadsiz hesapsız hikayeler...


Zaten süslü püslü şemsiye hikayesi de nafile. İlle de hayatın ibresi...

8 Ağustos 2022 Pazartesi

DENİZ KIYISINDA BİR ŞENLİK...

 DENİZ KIYISINDA BİR ŞENLİK...

 

Kuyap'lı yazarların desteğiyle şekillenen, deniz kıyısında bir şenlikte, gelecek güzel günlerin habercisi saatlerde okurla buluştuk. Eşsiz buluşmayı soldan dalgalandırmak için kendi çapımızda, elimizden geldiğince, aklımız yettiğince uğraştık. Edibin eylemci tipinde geçen uzun ve sancılı yıllardan sonra, gecikmiş yazarlığımızın eserleriyle dost meclisinde safa durduk. Kitapsever dostlara “Karadeniz Soldan Dalgalanır, Her Eylülde…” ve "Kılıçların Gölgesinde Tanrılar ve Dinler" kitabımızı sunduk. İllaki isteyenlere imzalamak üzere kitap sergisinin ardına kurulduk. Konuklarımızı ağırladık, ağır atmosferi tanımladık, üç beş imzaladık ve yazın dünyamızı takdim ettik. Ziyaretçilerin her biri her yaştan genç, can ile canan veya hayatın yıprattığı dirençli dostlardı. Çekingen ancak korkusuzdular. Onlar var olduğu sürece, beterin beterine dayanılırmış ve Yazarlara karada ölüm yokmuş bir kez daha anladık...

 

Devlette demokrasinin bin türlü gerekçeyle kurumsallaşamadığı, kitap kokusunun kitap korkusuna dönüştürüldüğü memlekette, engel ve yasak tanımlı dayatmaları tanımayan bu eşsiz buluşmayı gerçekleştirenlere bravo. Bu şenliğin tarafı olmanın gururuyla bir kez daha umutlandık. Tam da Deniz bitti derken, senede bir kere olsa da, beşincisine yetişmiş olmaktan ayrı kıvanç duyduk. Bu kadarı bile yeter de artar, yazar olana dedik... 


Hatta bu sayede tırnak arası bir kaç tümceyle yazı dünyasını tırpanlama hazzına eriştik... “ Yazar, Yeryüzünün okyanuslara döküldüğü derin sessizlikte yaşar. Yazmak, Bir yaz mavisi yolculuğudur. Akıl denizinde karakucak yüzmeyle başlayan…


Ve dahi okunmayla biter mavinin en mai tonu. Denizler okyanuslara döküldüğünde, Ok yaydan çıkmıştır artık. Ve yaz döner kara kışa. Baharlar çatışamaz şenliklerle asla.

Ancak yazı dönmez hiç,

Dimdirek direnir..


Yazmak, İlikleri donduran karakışa naziredir aslında.

Zihin denizinde zindansız boğulmayla yüzleşilen. Ve dahi nice yüzler görünmezleşir mainin en mavi fonunda. Gece mavisidir yakamozlarla savrulan. Okyanuslar çöle döndürüldüğünde ise Hayatın içine içine en mükemmellikte yazılar üflenir. Zaten kodlanmış tüm sözler usulca zaman ötesine yolculanır. Ve dahi anlatmaktır mesele evrenin bütün dillerinde, Mavinin en mai halini…


Yazmak, Azar azar yazmamaya mayalandığında ise Ekşir gider artık tüm ekmeklik hamurlar. Önce bir yaz mavisi yolculuğu hayallenir. Sonra var olmak ile yok olmak arasındaki o sihirli çizgide Deniz alabildiğine mavileşir…


Kara yazgıdır o andan itibaren itibarsızlaşan. Ve göğe merdiven dayamak bile çaresizleşir. Yazmak,

Karadenizin ardı arkası kesilmeyen fırtınalarına,

Ege'de yürek hoplatan hoyrat dalgalara dayanmaktır. Ve dahi evrende bir yerlerde var olmaktır hiçten birlenip.

Yazmak odur işte..."


Her şey bir yana yurt insanı bunca derdin arasında, bir yudum kitap sıcaklığı peşinde koşarken onları gözlemlemek bile tarifsiz mutluluk. Bir yazarın özlemle beklediği ve yıllardır aradığı başka ne ola ki. Kitap dostlarıyla,  yıldan yıla tazelenen kitap aşkını birlikte yaşamak. İşte böylesine bir arenada, kolay kolay kırılmaz zincirin sessiz sedasız parçası olduk. Bir kez daha anladım ki kitap için atan bu yürekler oldukça bu toplum zincirlenemez... 


Zinhar okumak ve yazmak bütün mesele bu. Her yaşamsal eylemin katlanılması gereken dramatik sonuçları olduğu gibi okumanın ve yazmanın da olabilir. Önemli olan hayatın anlamını perçinleyecek doğru silahı seçmek. Aralıksız okumak ve tarih yazmak. Getirilerini ve kazanımlarını hissederek kitap almak, aldığını okumak, sonra biriktirmek ve nihayetinde kütüphane kurmak. İşte en muhteşem tutku budur. Ve elbette yazmak, yazmaya çalışmak da... 


Dünyayı yanıltmaya heveslenenlerin aksine, yazmak tutkuların şahıdır. Zor iştir yazmak. Konuşmak için cesaret gerekmez, ama yazmak, acayip cesaret ister. Yozlaşı dünyanın tozuna zerresine sinmiş ise

kelimelerin sihrine kapılanların iki yakası bir araya gelmez hiç. Dünyaya kafa tutmanın, sömürüye ve adaletsizliğe başkaldırının, bozuk düzen var oldukça bitmeyecek kavganın insani ve siyasal yolculuğu belki de böyledir. Yazmak ve yazılmak üzere kurgulanmış bu en disiplinli uğraşı özünde kesintisiz öğretidir. Zaten pek yakında bu gereksiz kin, garez ve aşırı şiddetin politik açıdan pek kar getirmediği görülecek... 


Dünden bu güne bu topraklarda nice fuarlar nice şenlikler düzenlenmiştir. Nice kelime emekçileri geçmiş gitmiş, göçmüştür. Onlar hayatın tam ortasında, çılgın devinimin her noktasında var olanlar. Bir güzel anladım ki meğer hepsi, ufka takılı her göz temasında gözlerde tütermiş. Orada burada kendilerini görürlermiş. Kendi kendilerine bakarlarmış. Kendilerini anlamaya çalışırlarmış. Meğer her anlık, göz ucu temas unutulmayacak kalıcı izler bırakırmış...

 

Yere göğe sığdırılamaz tarihi kırılmalar, siyasi yalpalar yaşanan şu bereketsiz günlerde ömürden tarihi günler yaşadık. Yıllarca sınır tanımayışın armağanı olarak kıldan ince kılıçtan keskin sınırda, bir ömürlük vira nefes çaldık hayattan. Zalim felekle yüzleştik. Solun soluna savrulmuş dalgalanmayla, itaatsiz portreler almanağına adımızı yazdırdık. Ve akıntıya karşı kürek çekmenin zorlukları bir anda bitiverdi sanki...

 

Meğer kitaba uzanan yolculuk hikâyesi, öylece durup dışarıdan baktığı sanılanların hayata attığı imzaymış. Kitaplara kazınan dipnotlarda uyanışın gizli kodları saklıymış. Ve ezberler bozulmadan görülmezmiş hiç biri. Kalan günleri şimdi başa sarma mevsimi. Çünkü yol ve yolculuk hikâyeleriyle demlenirmiş hayat, geç de olsa öğrendik... 


Değer ve anlam çıkmazında bocalandığı gün, yolun sonu görünür ve bilgelik çöker. Salt bilgi kalır elde, ilgi doldurur bellek boşluklarını. Ve yazı doğar, her doğan yazar ama yazar kitap olur. Yazar, Dünyanın bittiği denizin başladığı yerde yaşar. Ve dahi yaşadığınca ağır Yazar...


Deniz kıyısında yerel irade destekli bir şenlikte buluştu Kuyap'lı yazarlar. Okurlar deniz oldu. Gelecek güzel günlerin habercisiydi geceye uzayan saatler...

5 Ağustos 2022 Cuma

KİTAP SALTANATI...

KİTAP SALTANATI...


Bölüm bölüm yaşanır hayat ve ansızın biter. Çam ağaçlı mezarlıklar, laf ve gaz cambazları ile hayatta bulunmaz sanılan gafçılarla doludur. Ancak hoyratça harcanan hayat resmen kitap saltanatıdır ve kütüphanelere hapsedilmiş kitaplarda gizlidir hayatın özü...


Kütüphanelerden kitaplardan bihaber boş küp akıllılar, hele okuduğunu anlayamayan kör karanlığa bağımlılar bir süreliğine pik yapıp, çakma monşer kesilirler. Ancak kitap sihirbazları ile elbette bir olamazlar, baş edemezler. O yüzden defaatle dip yaparlar ve kitap tahtasına yazılırlar. Ve mutlaka kitaplardan esinlenmeyi unutulanlara hayat dersi mahiyetinde okuma cezası kesilir...


Ceza veya mükafat çünkü güncel hayattan kusursuz ders çıkarımıdır okumak. Öyle ki aç karın, boş cüzdan ve kırık kalp en iyi öğretmendir. Öğretinin yaratıcı yakıtı, yakut broşu ise kitaplardır. Dahası daima bir şeyleri feda etme kurgusudur kitap dünyası. Manalı manasız saltanat hırsı, monkof tercihler ve dunkof seçimlerle pes dedirten ve onulmaz dertler yaşatan, bol acı çektiren ara ve geçiş dönemlerini atlatmaya destektir okumak. Yani köşeye sıkışınca kader kolaycılığı ve kaderciliğe teslim olmayışın  ana nedenidir kitaplar...


Hayat verdiği bröveleri bile gerisin geri alır bazen. Denk düşen deyimle, tam benzetir. İşte o yüzden birbirine benzetilmiş markalardan olmamaktır hayatın arka yüzü. Demli deklarasyona tabi olmamak içindir her okunan kitap. 


Haliyle hazırlıksız yakalanılan zorlama zumlamalar ve tarihi yanlışlar tüm doğruları götürür. Akıldan asla çıkmayacaklar o nedenle kayıtlanır. Kitaplara geçer. Büyük protestolara neden olabilecek prostluk kitaplarda bölüm bölüm kanıtlanır. Ancak hızı, hazzı, tarzı salt idiotik olunca, asla ideolojik olmayınca bir yere kadar sürer misafirlik. 


Kitapları anlamayan, gereksiz bulan, tek göz bile bakmayan zümre, zamanı lastik, elastik, plastik yaşar. Vakti vakte ekleyip bol jimnastik yapar. Bu yanardönerler en nihayetinde sönerler. Ve hayat ne kadar sert ve hoyrat derler, son nefeslerinde...


Hayat okulunda okumadan, hayatın renklerini tek renk sayanlara her şey kolay gelir ama daha gece renginde takılırlar. Gözü karalara ise zifiri geceler bile gökkuşağı ahengidir. İşte o ahengi bozanları hiç affetmez hayat...


Çoğunlukla vizyonsuzluk pik, insanlık dip yapsa da kitaplar hayatı tekrar tekrar geleceğe döndürür, umutla geçmişi çapraz sorgulatır. Hatta uzun ve kısa menzilli gelgitler kalan ömre, çıplak ayna tutar. Ve Dünyaya bırakılan miras üzerinden, kitap saltanatı kurulur...


Bitişe doğru bronşlar tıkandığında, çınar ağacı kuruduğunda, gök yakut broş iğnesi teklemeye müsait kalbi didiklediğinde, kitap günleri kapıya dayanmış demektir. Çünkü unutulduğu sanılan anılar bir bir akla gelir. Ve son bir hamle, son bir sınav, kitaplarda geçenler çok geç olsa da anlaşılır... 


Kitap saltanatında hayatın ilk dersi, sırf esrik fiziksel egzersizlerle başlayan ve kesik kesik baş döndüren ruhsal çarpılmadan kurtulma taktikleridir. Bu ilk ders, son derse kadar  hayatın özüdür. Hayatın özeti ise sınavın ilk sorusunda çakmak veya çakmamaktır. Çünkü keskin duruş günlerine dek sorular akılda çakmak çakmak çakar, yolda kalma veya sonsuz yolculuk gerçekleşir...


Arşivde biriktirilmiş, tozlanmış kitaplarda bahsi geçenler ise bölüm bölüm yaşanmışlıklar, iyi veya kötü miras, bir anda bölüm bölüm bitmişlik ve kitap saltanatını güncelleyen eksiksiz referanstır...

3 Ağustos 2022 Çarşamba

YAZIN ŞİFRESİ...

 YAZIN ŞİFRESİ...


Eğrisi doğrusu, karşıt veya çekinik karakter buzlanması, çatkapı çıkagelen eşsiz duygular ve öze işleyen özgünlüğe çarpmayla çözülür. Çözümsel mana arayışıyla, sosyal ve tarihi örgü çerçevesinde akla doğan ambians kalemi teslim alır. Böylece akıl duvarını kuşatan gölgeler bir bir nesneye dönüşür. Kısırlaşan döngüde aklı bürümüş dizginsiz, sakıncalı veya yitik düşler kurguyu esere dönüştürür. Bazen doğal esinti eş zamanlı olmayan dönencede materyallere ve nesnelere yol verir. Ama yaratının felsefik özü hep ayni kalır. Ardısıra ayan beyan ataklarla eserin tarzı örgütlenir. Üreti, salt kendi sürecini değil diğer süreçleri de etkiler. Ve önsözden son söze sanatsal özgürlük öğütlenir...


Her üretide başlangıç noktası bireyseldir. Sonlanan eser, kavranış ve dolaşım kaabiyetiyle toplumsallaşır. O yüzden üretinin belirgin zıtlıklara ve tarihsel dönem sıçramalarına dönük kendini ıspatlayacak ipuçları barındırması şarttır...


Yazında modern şifreleme bir sanattır. Her yazı eylemi doğru aktarımlı özlü ve gizli mesajları benimser. Çünkü tek bir harf, düzen değiştirir. Sözcüklerin evrensel kurallar çerçevesinde dizilişiyle mutlaka bir sona ulaşılır. Bu çabada ana mesele derin anlama ulaşmaktır. Dahice dünyayı anlamaktır. Dünyalar anlatmaktır. Adım adım bilim duvarına yaslanmaktır. Nihayetinde analitik anagram sayesinde, sayısız şifreleri ve büyük sırları toplum yararına açığa vurmaktır...


Şüphesiz şifresi kırılan her iddia tersine dümen kırar. Fantastik manevralarla totemci klanlaşmaya hizmet eder. Ancak sağı solu dipsiz uçurum olan yazın yolculuğunda asla yalpa ve geri vites yoktur. Sayfalar dolusu kayda geçen özgün tavırdan ödün verilmez. Çokçarpanlı çarpık düzeneğe rağmen sihrin geleceğe taşınmasından kaçılmaz. Zaten yazının kutsal pratiği de tinsel ögeleri de her türlü baskıya herşey pahasına direnci gerektirir...


Başa gelene direnmek için zor deşifre edilebilir ifadeler şarttır. Bunlar gece karanlığına terk edilmiş renkler gibidir. Buluşma gerçekleştiğinde her biri gökkuşağı ardına, saf ipek örtüler altına gizlenmelidir. Çünkü güvenilen geri dönüşsüz nokta ve çıplak gözle görünmez çizgi aşıldığında esrarengiz bulgular kendiliğinden esner. Esinlenilen ne varsa harf harf göğe asılır. Mavi küreler ve somut rakamlarla işlenmiş atmosfer harfiyen yazıyla bütünleşir. Sonrasında şifreler kırılsa da asma kilitler kapansa da ana tema değişmez. Paslı çark ifrit olmuş yazın emekçisinin hışmına uğrar. Sistem oromatik olarak devre dışı kalır. İşte sırf bu yüzden yazılır, yazılmalıdır. Yazmak gerekir...


Her yazın örneğinde içtenlikli bir iç ses denize ve mürekkep mavisi göğe şavkıyan yeryüzü erdemliliğidir. Modern yolculuğun muhtemel getirisi, ilk fırsatta imanın gevretilmesi olsa da başkaldırı azmidir. Kırılmaz kalem edinip imzalar atan dahası mühürlee basan her kim olursa olsun, hayal mayal olsa da anılmak içindir. O yüzden yazı yolcusu sırlar sırımayı usanmadan günceller. En doğrusu ehline varmaktır tek dert...


Derya deniz yaşamı kuşatan diller ve kültler, kültürel doygunluğun aşikare şifreleridir. Yazının şifresi aşkla kırılınca modern dünya şekillenir. O yüzden elde kalem, dilde kelam nice şifreler sabırla kırılır. 


Ve zihnin merkezine yolculuk başlar...

1 Ağustos 2022 Pazartesi

DİN İMAN, VAR YOK ARASI AMA

 DİN İMAN, VAR YOK ARASI AMA…


Ağustos’un ikinci haftasına kadar sürecek bir kültürel etkinlikte, daha üç beş günlük dinleyici konumunda ciddi bir sosyal iletişim bile iktidar erkinin hiç arzulamadığı çıplak gerçeği gözler önüne seriyor. Görünen o ki dinden uzaklaşmalar hızla devam ediyor hatta yaş seviyesi de gittikçe düşüyor. Hem de dine karşıtlık bağlamında güncel siyasete endekslenen salt radikal söylemlerle değil, dinlerin varlığını tanımlayışın ve Tanrı’yı sorgulayışın içini doldurma gayret ve arayışlarıyla. Öyle ki, kıyısından köşesinden radikal dine bulaşmışlar ve muhafazakâr kalmaya yeminliler dahi kopuş olmasa da gizlice dinde oluş bocalaması yaşıyor gibi. Yani resmen din, dinden soğutuyor. Dinde var olanlar ile yok olanlar çıkmazında büyük bir kırılma yaşanıyor. Hele ki hayata işleyen din var iman yok, iman var din yok paralelinde kuşkular çoğaldıkça asıl yıkıcı sarsıntının çok yakında vuracağı besbelli…


İlginçtir din her şeye hükmeder, katiyetle hükmetmelidir düz mantığının hiçbir dinle bağdaşmadığı dile getirilerek aslında dinlerde yok olanların dine katıldığı ve dinin aslı böyledir var sayılıp dayatılmasına üstü kapalı bir isyan var. Nice dinde var olan ve hala varlığını sürdüren olmazsa olmaz ritüellerin, kesinlikle dinlerin kutsal metinlerinde olmadığı hiç değil ise kısmen araştırılmış, cesaretle dile getiriliyor. Dinin gereği unsurların dışına çıkılıp, sonrasında ilahi emir görülen din dışı ibadetlerle büyük hataların örtülmesi de hesapların kolayca kapatıldığı inancı da açıkça reddediliyor. Asıl sıkıntı buradan doğuyor sanki. Sıkça rastlanılan en çarpıcı ifadeler, her alanda din hakimiyeti ve din dayatmasına dair ve tırnak arası verilene çok yakın; “Dinde zorlama yoktur. Doğru eğriden açıkça ayrılmıştır. Artık kim sahte tanrıları reddeder de Allah’a inanırsa kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır…”


Açıkça gözlemlenen özellikle çocukluktan kurtulma yaşına dek inmiş din iman açmazına sürükleniş. Günden güne dine güveni sarsan ise din içine yedirilen yoklar. Bunların topu bir kalemde yok edilmedikçe din dışına savrulmalar daha da artacak gibi görünüyor. Diğer yandan çok ciddi tehlike doğabilir, ağır bedeller ödemeye veya ödetmeye dönük süreç dine bakış çerçevesinde kolaylıkla hazırlanabilir…


Madem din iman yoksunluğuna doğru bir yoğunlaşma var o yüzden okumak, özgün kitaplar okumak, elbette dinin tek kaynağı temel dayanağı kutsal kitabı da hakkınca okumak şart. İnanılmaz biçimde özgür ve özgün perspektifte dini konulara değinen kitaplara ilgi büyük. Doğru kaynak sorgulaması çok. Kutsal metinlere kendi dilinden bakanların anlaşılması zor bir kitap değil saptaması da bir başka ayrıntı. Kitabı anlamadan salt sevap için okuyanlarla ayrışma noktası da bu olsa gerek. Kitaba göre yeryüzünde Kitap dışında haram helal koyacak gücün olmadığı görüldüğünde mevcut kurgu dine bakış açısı içten içe değişiyor. Bir diğer karşı çıkışta Arapçanın kutsal dil gibi dayatılması, Arap gelenek göreneklerinin, örf adetlerinin sözde sünnet babında dine yamanması. Açıkça Arapça dua, namaz ve ibadet zorunluluğuna muhalif kıpırdanışlar azımsanamaz boyutta. Hatta Ayetleri veya duaları belli sayılarda okuyup üfleyerek şifa beklemek, Tüm şefaat Tanrı’ya mahsustur, başkaca şefaatçi yok realitesiyle çakıştığından bahis açanlar var. Duaya el açmak, âmin demek mecburiyeti yok, ölmüş için ziyafet vermek yok. Telkin, talkın ve ıskat yok. Abartılı salâ çağrısı yok. Kabir hayatı, kabir azabı yok. Kitapta Kelime-i şehadet, Amentü yok. Kutsal kitabı okumak için illaki abdest yok. Ama hiç yoktan var edilen, vardan yok etmeye çalışılan, kutsal ana kaynakta olmayanları nedense mevcut dinde var edenler var, işte onun için dinden kaçmalar var diyenler var…


Din iman, var yok arası imajı çizilse de gizliden tinsel medcezir yaşansa da dinsel doluluk hat safhada. Hatta dinde ne yok ne var sessiz çoğunluktan çok iyi bildikleri de bir gerçek; Dinde akıl ve bilim karşıtlığı yok. Din kullanılarak para kazanmak yok. Kitap evrim teorisine karşıdır diye bir şey yok. Âdem ilk insandır yok. Âdem Havva hikayesi yok. Elma ile yılan yok.  Dinde müzik, resim, fotoğraf, şiir, heykel, satranç haramdır yok. Erkeğin üstünlüğü, kadının erkeğe itaati yok. Halifelik gibi özel bir kurum ve makam yok. Babadan oğula geçen saltanat yok. Dini yaymak için ülkeler fethetmek yok. Mezhepler yok. Aynı dinden, aynı mezhepten olmayana düşmanlık yok. Bir şeyhe veya tarikata bağlanma yok. Sorgulamadan bir fikre, bir şahsa tabii olmak yok. Mesih ineceği, deccal çıkacağı yok. İç kapı dış kapı, tekke zaviye, tasavvuf, şeyh, şıh, seyyidlik yok. Ermiş, evliya, Allah dostu, himmet ve keramet sahibi yok. Tanrıyla, Peygamberle görüştüm, gülüştüm konuştum sahtekarlığı yok. Türbecilik, türbeden dilek dilemek yok. Dinden çıkanın, namaz kılmayanın, oruç tutmayanın, içki içenin, zina yapanın öldürülmesi yok. Recm yok. Zinada kadın erkek farkı yok. Mehdi yok. Miraç yok. Kadercilik yok. Sırat Köprüsü yok. Kıyamet alametleri yok. Cehennemde yanıp çıkma yok... Yani yok oğlu yok…


Çekinmeden dini ritüellerle var edilmiş ve dinin özüne girmiş nicesini de bir çırpıda sıralayabiliyorlar; Kutsal günler, haftalar ve kandiller yok. Mevlit yok. Salavat yok. Tevbelik almak, tevbe vermek, rabıta yapmak, dönmek, kafa sallamak, kendinden geçmek yok. Teravih yok. Kaza namazı yok. Sünnet namaz zorunluluğu yok. Cuma namazı sadece erkeklere farzdır yok. Kadının cenazeden uzak tutulması, cenaze namazını sırf erkeğin kılması yok. Tahiyyat duası yok. Sağa sola selam yok. Hayız veya lohusa kadınlara ibadet yasağı yok. Hac’da şeytan taşlama, Hacer’ül esvede el yüz sürmek yok. On günlük hac yok. Zekâtta kırkta bir yok. Oruç bozana 61 gün ceza oruç yok. Hadisler kesin peygamber sözüdür yok. Sakalı şerif, nalını şerif, hırkayı şerif, hurma, zemzem, tesbih, seccade kutsallığı yok... İrkiliş var diyenler yüzünden…


Bu yoklar varlar arasına sıkışmış dini bağnazlığın, doğal yaşama müdahalesi ve artan mahalle baskısı, gençliğin kurgu dini kabullenilişini sekterliyor. Özellikle özel yaşama dönük müdahaleci tavır affedilmez görülüyor. Kısacası az biraz sorgulayan dini başına dert almaktan ise ahlak öğretisi düzleminde başka taraflara yöneliyor. Yönelim nedenini çeşitlendirip, din adına yok olması gereken şeylerin de bir bir adını koyarak mesajın yerli yerine ulaşmasını istiyor; Dini isim koymadan ve sünnet olmadan dinden olamazsın yok. Haremlik, selamlık şartı yok. Kara çarşaf, peçe, şalvar, cüppe, sarık yok. Kölelik ve cariyeliği teşvik yok. Erkek illaki veya kadına sünnet yok. Kadın sesi haramdır yok. Takva kıyafeti yok. Erkeğe altın, ipek haramdır yok. Sakala jilet vurmak haramdır yok. Sağ el, sağ ayak kutsallığı yok. Küçük kız çocuklarını kapatmak yok. Çocuk yaşta evlilik yok. Boşanma yetkisinin yalnızca erkeğe ait olması yok. Kadını dövmek yok. Her ölen şehittir yok... Yok da yok…


Bir kültürel etkinlikte henüz üç beş günlük deneyim gösterdi ki, bu genç kuşaklardan başta ze kuşağından, kuşak dışı kalmışların öğreneceği daha çok şey var. Yüksünmeden onların sesine kulak vermek gerek. Varlık yokluk girdabında son tahlil apaçık; Yoktan var eden Allah'ın izni dışında, dinde yok olanlara var demek, yok olduğunu bile bile dinde varmış gibi davranmak yok…


Elbette yok ama varlığı temsil eden sessiz çoğunlukta onlardaki yürek yok...

EYLÜLDE AŞK, ADALET BARIŞ VE ÖLÜM…

  EYLÜLDE AŞK, ADALET BARIŞ VE ÖLÜM…   Eylül ile özdeştir aşk. En eski alınyazıdır alnı kırıştıran, yürekleri kıpraştıran. Altın sarıs...